2021/11/07

Aşkım Da Değişebilir, Gerçeklerim De.. Pırıl Pırıl Dalgalı Bir Denize Karşı...

 


 

     Pandemi devam ediyordu-kaldığımız yerin bağlantısı burada-. Adana’da neredeyse dört-beş ay kalmıştım. Ablam çalıştığından, yeğenimin yaşı dolayısıyla sokağa çıkma yasağı olduğundan, annemin de yaş itibariyle risk grubunda bulunmasından ötürü pazara ben gidiyordum. Oldum olası pazarları çok severim; ama insanlara ne yapmaları gerektiğini söylemekten zerre miktarda hoşlanmıyordum. Annem, babamın vefatından sonra sürekli şehir dışında olduğundan -sözde torunları için, temelde ise evde durmak istemediğinden- ablam ise çalıştığından, yeğenim de acayip bağımsız bir karaktere bürünmüştü. Saygılı bir gençti ve üniversite sınavına hazırlanıyordu. Sınava hazırlık sürecinde-pandemiden dolayı ben de Adana’da olduğum için- elimden geleni yapıyordum; ama yine de beni yer yer çıldırtıyordu. Birlikte yaşamak namına yazılı olmayan; ancak birçoğumuz tarafından bilinen kurallardan bihaber yaşıyordu. Bazen en küçük şeyleri bile dile getirmek beni acayip geriyordu. Sonunda hepimiz bir aradaydık. 60larında annem, 40larında ablam 25’inde ben ve 19’unda yeğenim, bir arada, yer yer komik yer yer çıldırmalı anlarla geçirdik "Covid" sürecini. Elbette birbirimizden öğrenmeye devam ediyorduk.

     Şimdi yavaş yavaş İstanbul’a doğru yol alacaktım; ama öncesinde Antalya’ya uğramak istedim. Hem kısa bir tatil olacaktı hem de ailemizin yeni üyesi, abimin oğlu Toprak’ı görecektim. Harika bir çocuktu Toprak. Nasıl tatlı, anlatamam. Bu fotoğrafın çekildiği esnada doğum günü pastası geldiğinden ilgisi tamamen pastada ☺:

 

     Bir-iki haftalık Antalya tatili sırasında da p4c atölyelerimiz online olarak devam ediyordu. Hatta tam o hafta kolaylaştırıcı olarak ben atölye tasarlayacaktım. “Bir arkadaşı, arkadaş yapan özellikler nelerdir?” sorusuyla başladık ve “yapay zekâdan arkadaş olur mu?” sorusuna kadar geldik. Atölyelerime Antalya’da yaşayan Bahar ablamın oğlu Baran’da katılıyordu. 10 yaşlarındaydı Baran; acayip hareketli bir o kadar da zeki bir çocuktu. Çok çabuk sıkılabiliyordu. Sıkıntısını da kesinlikle belli ediyordu. Baran gibi çocuklar öğretme-daha doğrusu bilgiyi uygulama/aktarma- sürecimde beni daha iyi geliştirdiler, diyebilirim. Yaptığım şey onlara sorularımla rehberlik etmekti. Peter Worley'in Felsefe Makinesi adlı kitapta paylaştığı gibi elimdeki yumağı onlara veriyordum. Açmaya başlıyorlardı. Yumağın eşit sürelerde elden ele dolaşması gerekiyordu. Yumağı elinde tutan kişiyi dinleyebilmeliydik. Temelde birbirimizi dinlemeyi öğreniyorduk. Bu hepimizin yer yer unuttuğu bir eylem. Dolayısıyla bunları uygulamaya çalışırken ben de kendime hatırlatıyordum. Onlardan çok şey öğreniyordum. Yer yer kendimle yüzleşiyordum. Bazen yumağı açarken de düğüm atabiliyorduk mesela; aksi halde açtığımızı zannettiğimiz yumak yeterince açık ve net bir şekilde ifade edilmemişse ilerleyen süreçte yeni bir düğüme yol açabiliyordu. Sahiden seviyordum ben bu yumak işini.

     Derken İstanbul yolu göründü. Geldim. Gelirken de Yalçın’a haber verdim. Uzun zaman ayrı kalmıştım İstanbul’dan. İlk etapta tek başıma yürümek istemedim sokaklarında. Kendimi yeniden bir yabancılıkta karşıma aldım sanki. Değişmişti bir şeyler. Ne olduğunu sorsanız söyleyemem; ama değişmişti. Havaalanına iner inmez aradım Yalçın’ı. Mecidiyeköy’de karşıladı beni. Birlikte eşyalarımı eve bıraktık. Eve mi tek girmekten korktum? Uzun süre ailemle bir arada yaşadığımdan yalnızlıktan mı korktum? Neydi o duygu bilemiyorum. Çıktık hemen evden. Neyse ki bu sefer ev iyi durumdaydı. Koku falan olmamıştı. Kahvaltı yapmak için Asmalı’ya indik. Evden çıkmak istediğimi paylaştım Yalçın’la. O ise bir müddet daha burada idare etmemin iyi olabileceğini, söyledi. Kiram 750 TL'ydi. Beyoğlu’nun göbeğindeydim. Tek yaşıyordum. Allah’ımdan daha ne istiyordum. Zaten müzikal vardı. Okul vardı. Evde çok durmayacaktım. Bu “pandemi” de her şey gibi bir yerde son bulacaktı falan.. Ama hala emin değildim. O gün evde kalmadım. Birkaç eşyamı alıp ablama geçtim. Bir-iki hafta ablamda kaldım. Bu süre zarfında ev aradım. Sonra Haliç Kampüsü’nde geçen dönem yerine bir-iki hafta derslerine girdiğim Selen Hoca’nın doğum iznine ayrıldığını öğrendim. Böylece tam zamanlı, bir dönemlik sözleşme imzaladım. Haftanın üç günü dersim vardı. Epey de şubesi vardı. Dersimin olmadığı günler okula gitmiyordum; ama Covid süreciyle birlikte toplantıların online yapılabilmesini öğrenmiş bulunduğumuzdan online toplantılara katılıyordum. Ders saatlerim arttı. Müzikal ise maalesef Covid’in belirsizliğinde, sınıf arkadaşlarımın büyük bir çoğunluğunun eğitime başlamak istememesinden dolayı başlayamadı. Bol bol yürüyüş yapıyordum:


      Kitaplarımı, defterlerimi, çerezlerimi, kahvemi alıp Maçka’ya gidiyordum. Meditasyon’a bu dönem başladım. Blog’u bu dönem açtım-ilk paylaşımımın bağlantısı burada -. Hayatım feci halde sakindi. Ben adeta tazelenmiştim ☺:



      Tango yoktu, müzikal yoktu; sadece Haliç Doğa ve haftada bir gün online yürüttüğüm p4c atölyeleri vardı. Opus’un p4c koordinatörlüğünü yapmaya devam ediyordum. Ardından Studio adlı bir uygulama ile anlaştım. Telefonumuza indirdiğimiz uygulamalardan bir farkı yoktu. Kullanıcıların aylık paket aldığı ve istedikleri atölyeye katıldıkları bir uygulama. Ben de “aile ve çocuk” bölümüne p4c atölyesi açan iki kişiden biriydim:


 

                                                                                   


Bir yandan da İngilizce çeviriler yapmaya çalışıyordum. İngilizceyi aşmak istiyordum artık. Bakın bu dil öğrenme serüvenimde benim başıma neler geldi: İlk dil kursuna, üniversite birinci sınıfta, Samsun Tömer’de başladım. Am-is-are’ı bile orada öğrendim. Çünkü blogun başında belirttiğim gibi sırf yakın olduğundan lisede, mahallemizin dibindeki okula gönderilmiş gençliğimi doruklarında yaşamış; ama dil namına tek kelime öğrenememiştim. Bunda benim de bir çabam olmamış kimse de dil öğrenmenin gerekliliklerinden bahsetmemişti. Her neyse kendime üniversite birinci sınıfta-bağlantısı burada- koyduğum hedeflerden biri de dil öğrenmekti; ancak ikinci sınıfta Mimar Sinan Üniversitesi’ne yatay geçiş yaptım-bağlantısı burada-. İkinci sınıftaki duygu durumumu ise burada yeterince özetlediğimi düşünüyorum-bağlantısı burada-. İstanbul’a, okula alışmaktı derken geldim üçüncü sınıfa. O yıl ise bir önceki yılın acısını çıkarmak istercesine canavar gibi atıldım her yere. Mecidiyeköy’de Türk-Amerikan Derneği’ne başladım. Hocamız feci halde konuşkan biriydi. Bu iyi bir şey diyebilirsiniz; ama sıkıntı sürekli Türkçe konuşmasıydı. Kendi hayatı, kendi kişisel inançları vs. Mesela blog açabilir harika içerikler de üretebilirdi. Ama sanırım yazmayı denememiş olmalı ki bu ihtiyacını bizlerle konuşarak gidermeye çalışıyordu. Ben ve benim gibi olan diğer sınıf arkadaşlarım da bu durumdan duyduğumuz rahatsızlığı kesinlikle dile getirmiyorduk. Bir gün sınıfa yeni biri geldi ve ilk ders daha bitmeden “siz ders anlatmıyorsunuz! Dersin başından beri kendinizi anlatıyorsunuz! Bu saatte işten çıkıp dil öğrenmek için buraya gelip böyle bir dersle karşılaşmayı beklemiyordum. Bu ders bile değil. Hatta şimdi çıkmak istiyorum!” dedi ve çıktı gitti. Ben ise bunca zaman buraya gelip hocamın anılarını dinlediğim için kendime kızıp-şimdiyse gülerek yazıyor yine yer yer sinirleniyorum- idare ile görüşmeye gittim. Sınıfımı değiştirmek istediğimi söyledim. Pre-intermediate olmuştum ve katıldığım yeni sınıf epey iyiydi. Hocamız da işini hakkıyla yapan ve başarısızlığa tahammülü olmayan biriydi. Onun baskın tavrı dil konusundaki çekingenliğimle birleşince kursu yarıda bıraktım. Dördüncü sınıfa geldiğimde-bağlantısı burada- artık yabancı dizi izlemeye başlamıştım. Mecidiyeköy’de başladığım, Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Sahnesi’ndeki tiyatro kursunda tanıştığım, bir İngilizce öğretmeni olan arkadaşım, bana bazı yabancı diziler ve dil öğrenimimde yardımcı olacak kaynaklar önermişti. Bunların arasında Voscreen gibi ücretsiz, filmlerden kesitler sunan ve çeviri yaptığımız uygulamalar vardı. Friends’i bitirmiş tekrar tekrar izliyordum. How I Met Your Mother’ı da bitirmiştim. Güzeldi; ama bir Friends değildi. Gece uyurken İngilizce Çizgi Film serilerini-bağlantısı burada- açıyor öyle uyuya kalıyordum. Ev arkadaşım Ecem’in yönlendirmesiyle Odtü yayıncılığın bir çeviri kitabı olan Reader At Work’ün pembesini almıştım. Reader A-Z adlı bir siteden-bağlantısı burada- hikayeleştirilmiş cümle kartlarını okuyordum. Karaköy’de part-time garsonluk yaptığım zamanlarda, görselleştirdiğim bu İngilizce kelime kartlarını cebime atıyor sabah iş yerini açıp masaları düzenledikten sonra kahvemi alıp kartları tekrar ediyordum. Üniversite’nin beşinci yılında ise-O yılı iki ayrı yazı ile aktarmış bulundum. Bunlardan ilkinin bağlantısı burada ikincisinin bağlantısı burada- pedagojik formasyon için haftada iki gün Yıldız Teknik’e gidip bir yandan da Mimar Sinan’daki sekize yakın lisans dersine girip bitirme çalışmasına yönelik okumalar yaptığımdan İngilizce yine rafa kaldırmak durumunda kaldığım bir etkinlik oldu. Bu yıl şöyle bir şey daha yaşadım: Bir gün canım epey sıkkın ve 2017’nin sonlarındayız. Kendimi Sıraselviler’deki Esta’nın Milongası'na attım. O gün de hava epey yağmurlu. Milonga kıyafetlerim ve tango ayakkabımı yerleştirmek adına büyük, bez, filli çantamı takmışım. Milonga’nın soyunma odasında duvarın dibinde bir askılık, bu askılığın altında da çantalarımızı koymamız için bir raf var. Çantamı o rafın üstüne duvarın dibine yerleştirdim ve salona geçtim. O gün epey de yabancı vardı. Çok uzun kalmadım. İçimdeki sıkıntının da dansla falan geçeceği yoktu; ama zaten o dönemlerde haftada en az bir kere bir Milonga'ya gitmeyi alışkanlık haline getirmiştim. Salt canım sıkkın diye gitmemiştim yani. Sonra salondan çıkıp soyunma odasına geçtim. Çantamı almak için uzandığımda duvardan su sızdığını gördüm. Bir yerde açık bir pencere, bir boşluk olmalıydı. Her neyse, sonuç itibariyle çantam da ıslanmıştı. Ben de üstümü değişip çantamın içindeki eşyaları, çantamla birlikte, bir poşete koyup telefonumu da elime alıp çıkmaya hazırlandım. Az önce içeride dans ettiğim bir Fransız, Tango Noa’ya gideceğini; ama tam olarak nerede olduğunu bilmediğini, söyledi. Ben de Galata’nın yakınlarında olduğunu, söyledim. Arkadaşları oradaymış. İlk defa Noa'ya gidecekmiş, falan.. Evim Noa'ya yakın olduğundan o tarafa doğru gittiğimi, söyledim. “İyi” dedim, “ ne güzel, İngilizce pratik için de bir fırsat” derken, başladık tango hakkında konuşmaya. İşi dolayısıyla epey ülke gezmiş gittiği ülkelerde de milongalara gitmeyi ihmal etmemiş. Ben de habire soru soruyorum. Ama, tabi böyle mağaraya yeniden dönmüşçesine el-kol ifade etmeye çalışıyorum kendimi. Üstümde cepleri kocaman ve bol olan bir sarı mont, elimde poşetim. Telefonum ve anahtarımda bu ceplerden birinde. Yolda Noa’dan birine denk geldik ve ben de bizim Fransızı karşılaştığım arkadaşa teslim edip evime doğru yol aldım. Kendimi de acayip iyi hissediyorum az önceki İngilizce konuşma çabamdan ötürü. Az buz değil, İstiklal’in başından Galata’ya kadar geldik. Derken elimi cebime attım, telefonum yok! Yağmur atıştırmaya devam ediyor. Poşetin içini dışına çıkardım telefon yok! Böylelikle kurslara verdiğim onca paradan sonra şimdi de bir İngilizce pratik, onca ses kaydımın, şarkı sözlerimin, fotoğraflarımın olduğu telefonumun düşürülmesine ya da çalınmasına yol açmıştı. İstiklal’de bir cumartesi kaybolan telefonun bulunmasının ne kadar zor olacağını anlatmama gerek yok sanırım.

     Mezuniyetten sonra hemen yüksek lisansa başlamak istememiştim. İş hayatına atılmakla birlikte İngilizce öğrenme çabalarım da devam etti; ama yine de  yer yer sekteye uğruyordu. Şimdi artık yaşadığım bunca şeyden sonra - ilgili bağlantılara buradan ulaşabilirsiniz: Bugün Hangi Hayvansın? ,  Benzeme Sakın Renksiz Bir Hayalete Çünkü Hayatın En Güzel Resmi Senin İçinde ,  Yavaşla Yoksa Ruhun Geride Kalır , Sadece Aşıklar Hayatta Kalır , Ömrüm Sanki Bir Gündü , Yaşamak Marifet Gerektiriyor - hayatın hep benim gibi içindeki itkinin peşinden koşanlar için bir sürprizi olduğunu anlamış ve yüksek lisans hayalimi gerçekleştirmek için en uygun zamanın bekleyerek hiçbir zaman gelmeyeceğinin bilincinde, Yüksek Lisans’a başvurmak istiyordum. Aslında güz dönemi için olan başvurular Mayıs- Haziran aralığında olurdu; ama o dönem Mimar Sinan, Covid'den olsa gerek başvuru takvimini henüz yayınlamamıştı. Ben de o dönem alım yapmayacaklarını düşünerek yavaş yavaş dil sınavına hazırlanmaya başladım. Mimar Sinan Üniversitesi Felsefe Bölümü'nden arkadaşım Şilan’dan, yüksek lisansa hazırlık süreciyle ilgili destek alıyordum. Kendisi de benimle aynı yıl lisanstan mezun olmuş şimdilerde Galatasaray’da Felsefe Yüksek Lisansı’na başlamıştı. Paylaşımları benim için çok değerliydi. Lisans notları, özellikle okumam gereken kaynaklar vs. konusunda çok yardımcı oldu. Acayip heyecanlıydım. Şilan’sa bitmek bilmeyen sorularıma sakinlikle cevap veriyordu. Derken Mimar Sinan, Eylül ayında alım yapacağını açıkladı. Ben de başvurdum. Ama dil belgem yoktu. Sonra bu kadar kısa zamanda dil sınavından geçerli puanı alamayacağımı, hasbelkader alsam da işin o temposunda yüksek lisansı işle birlikte götüremeyeceğimi düşünerek yazılı sınava girmedim. Sınava neden girmediğimi açıklayan bir maili, Felsefe Bölüm Başkanı, H. Bülent Gözkân Hoca ile paylaştım. Kendisi eğer istersem Kant dersine girebileceğimi, söyledi. Haftada bir gün Kant derslerini takip etmeye başladım ben de. Dalında açan bir çiçeğin tanıklığında Kant ile randevumun olduğu bir günden bir kare. Örtü ise çocukluğumdan bir hatıra:



Bir de o dönem Kasım'a doğru sanırım okullar yeniden online eğitime geçti. P4C atölyeleri sayesinde lisedeki online felsefe derslerinde herhangi bir yabancılık hisssetmiyordum; ancak evim pek havadar değildi. Bu nedenle neredeyse her gün yürüyüşe çıkıyordum. Online derslerimizden bir kare:



     O dönem yaşadığım ev, ben oradan çıkayım diye yapmadığını bırakmadı. Evren adeta “Roz buradan çık!” diyordu bana. Yan binada benim gibi öğretmenlik yapan bir gencin banyosundan benim mutfağıma su sızmış mutfak dolaplarım şişmeye başlamıştı. Daha doğrusu ilk etapta hepimiz böyle olduğunu düşünmüştük. Sonra üst kattaki iş yerinin, bir üst katındaki kiracının evinden geldiğini anladık. Üst kattaki iş yeri sahibinin kullanmadığı bir lavaboydu benim lavabomun üstü. İş yerindekilerin bir üstündeki lavabo ise sızıntı yapıyordu; ancak kiracılar bunu ev sahibine iletmiş olsalar da ev sahibi umursamadığından, onlar da o ayın sonunda o evden çıkacaklarından sallamamışlardı. Üstteki iş yerinin çalışanları ise zaten kullanmadıkları bir lavabo olduğundan lavabolarının kabarmasını sallamamışlardı. Ama ben kullanıyordum! Sahiden, nasıl bu kadar umursamaz olunabilir? Su yahu, su bu! Yazık değil mi? Tam ergenken yazdığım bir şiirin sonundaki gibi bir olay:

 ...

Trajedisi çok fazla,

Komedisi beni güldürmüyor,

Shakespeare traji-komik diyor.

Herhalde yaşadıklarımı kastediyor.

Benim o şişliği fark etmem bir-iki haftamı almıştı. Tüm dolaplar kırıldı, yenileri takıldı. Ev sahibim burada olmadığından bu işlerden sorumlu olan komşum, aynı zamanda evi tutmama aracı olan Hacı abi, önce yan komşunun ev sahibiyle papaz oldu. Dolapları onların alması gerektiğini söylüyor. Yan evin sahibi zavallı adam kalpten gidecekti bir ara. Adamı o kadar çok aradı ki. Sonunda “tamam” dedi adam . “Tamam yaptıracağım. Yeter ki arama beni.” Allahın işi işte, tam o sırada son derece rahatlığıyla sinirlerimi hoplatan iş yerinin sahibi, bir gün  “ya ne olmuş?” diye muhabbete dalıp “benim üstten gelebilir o yaa, bizim lavaboda da böyle bir şişlik var. Senin de lavabonun tavanından mutfağa sızmış olabilir” diye akıl yürüttü-geç de olsa!-. Sonra bütün bu masrafı ikinci kattaki ev sahibi üstlenmiş oldu. Hacı abi bu arada benim ev sahibine de mutfak tezgahını yeniletti. Ama artık benim dayanacak gücüm kalmamıştı. Bütün mutfak ve lavabo yenilendikten ve okul ile olan sözleşmem bittikten sonra ben de evden çıktım. 2018 Eylül’de taşındığım bu evden şimdi 2021’in Şubat ayında çıkıyordum. Yaşattığı  bütün bu trajikomik anılara rağmen orası öğretmenliğe, p4c atölyelerine, Tango’da Eğitmenlik Programı’na, Müzikal Tiyatro Akademisi’ne başladığım, hayallerimin peşinden gittiğim, o zamana kadar olan tüm hayallerim için atılımda bulunduğum, sevdiğim, sevildiğim, çokça ağladığım, delicesine mücadele ettiğim, hayatla dans ettiğim, Pedro Almodovar’ın Yüksek Topuklar filmindeki gibi yüksek topukları gördüğüm, yarı zemin dünyamdı. Eşyalarımı Letgo’dan satışa çıkarmıştım. Satın alacak kişileri tanımadığımdan karşı komşum Muhlis amca ve ikinci el çamaşır makinesini alırken tanıştığım komşum Asil abi gelip eşyalarımın satışı gerçekleşirken yanımda durdular. Annem bile tanıyordu komşularımı artık. Bu evime hiç gelmemişti; ama gelinecek gibi de bir ev değildi zaten. Kendi kendime geleceğim bir evdi. Öyle de oldu.  “Yaşattıkların için sonsuz teşekkürler” diyerek maviye boyattığım duvarlarıyla vedalaştım. 

Ek:  Yarı-zemin dünyamdaki son fotoğrafım ☺:


      Ek2: Başlık adını Turgut Uyar'ın "Denge" adlı şiirinden aldı:

Sizin alınız al inandım

Sizin morunuz mor inandım

Tanrınız büyük amenna

Şiiriniz adamakıllı şiir

Dumanı da caba

Bütün ağaçlarla uyuşmuşum

Kalabalık ha olmuş ha olmamış

Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum

Ama sokaklar şöyleymiş

Ağaçlar böyleymiş

Ama sizin adınız ne

Benim dengemi bozmayınız

Aşkım da değişebilir gerçeklerim de

Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı

Yan gelmişim diz boyu sulara

Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum

Hiçbirinizle dövüşemem

Benim bir gizli bildiğim var

Sizin alınız al inandım

Morunuz mor inandım

Ben tam kendime göre

Ben tam dünyaya göre

Ama sizin adınız ne 

Benim dengemi bozmayınız 

                                    Turgut UYAR


Ek3: Bu ay dinlemekten keyif aldığım parça "Ne zor bu yerlerde hayal etmek bile" diyen Ezhel'in - Mayrig'i: - bağlantısı burada - 


        Aralık'ta görüşmek dileğiyle ❤

        Çok yoğundun Ekim ✌

        Hoş geldin Kasım. ☺



Kaynakça

* Felsefe Makinesi, Peter Worley, Özge Özdemir'in sunuşuyla, Paraşüt Kitap, İlk Baskı Yılı: 2019

* Reader at Work, Bülent Kandiller-Aysun Velioğlu, Odtü Yayıncılık, İlk Baskı Yılı 2012.

* Reader A-Z : https://www.readinga-z.com/books/leveled-books/?lbFilter[level-B]

* İngilizce Çizgi Film Serisi / Tia and Tofu : https://www.youtube.com/watch?v=87UAmNiixNg



Tahta Kalem


Telif Hakkı©2020-2021 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2020-2021 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright notice and links are included. https://tahtakalem01.blogspot.com/



İnsanların Ağaçlar Gibi Kökleri Olmadığından Ordan Oraya Savrulup Dururlar

            Apartmandan çıkar çıkmaz kapıda Cihangir Meydan'ın köpekleri karşılıyor beni. İnsan sürekli bir yerden bir yere gidince ve k...