2022/05/08

İnsanların Ağaçlar Gibi Kökleri Olmadığından Ordan Oraya Savrulup Dururlar

     


      Apartmandan çıkar çıkmaz kapıda Cihangir Meydan'ın köpekleri karşılıyor beni. İnsan sürekli bir yerden bir yere gidince ve kendini akışa teslim edince ağacın yeşilini, hayvanın dilini çözümlüyor sanki.. Daha bir anda oluyorsun böyle zamanlarda. Girdiğin semtin esnafından cafe çalışanlarına, tüketim kültüründen davranış farklılıklarına, her şey ama her şey çat diye çarpıyor göze.. Ben de bir elimde küçük paketler, diğer elimde valizim kendi ağırlığımı kimseye aktarmadan karşı kaldırıma geçmeye çalışırken duruveriyor bir taksi ve Akif'in verdiği adresi paylaşıp yerleştiriyorum valizimi.. Okuldan çıkınca oturduğum cafe'nin bulunduğu aradan geçiyoruz..Oğuz Atay Tutunamayanlar'ı bu aradaki apartmanlardan birinde yazmış..Şimdilerde tuttuğum ev de Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi ile Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı yazdığı apartmanın arasında bir yerde.. İkisini de İstiklal'e farklı yollardan çıkma serüvenimin olduğu günlerden birinde keşfettim:


                    


Nedendir bilinmez ikisinin de Dünya'da edindikleri mekanı hiç yadsımadı gözlerim. Tutanamayanlar ancak o apartmanda yazılabilirdi. O apartmana hiç girmedim ama önünden her geçişimde o aranın enerjisini hissedebiliyorum. Hatta özellikle her cuma-cumartesi, hayata tutunmakta problem yaşadıklarını düşündüğüm insanların, tam o apartmanın önündeki pubın önünde oluşturdukları kuyrukları geçiyor bazen yüzüme vuran sigara dumanlarını arkamda bırakıp kaldırımları aşarken hala tutunamadıklarını, düşünüyorum. Dünyanın bütün meselesini tutunmaya indirgeyebilirim şimdi. O denli içli bir kavram "Tutunmak".. :





     
     İnsanların ağaçlar gibi kökleri olmadığından oradan oraya savrulup durular, diyordu Küçük Prens... Kökleri unutturulduğunda uzak ülkeler çeker Dasein'ımızı, diyordu Heidegger..Başka başka meseleler gibi görünse de kesişim kümesi yine tutunamamak. Taksi, Galatasaray Lisesi'nin arasından geçerken sol tarafta Ara Cafe'yi görüyorum. İlerisinde Ziba diye bir mekan vardı. Spinoza çalışan bir arkadaşım sayesinde keşfetmiştim o mekanı. Sonra Eksik Daire'yle gittik bolca. Bu yollardan geçerken zihnimden geçen şeritte bunlar vardı. Bir de Ziba'nın anlamı: Güzel. Çok güzeldi tüm bu yollar. Acılarımı da sevinçlerimle kucakladığım bir döneme geçiş yapıyordum yavaştan. 

     Kocamustafapaşa Meydan'da iniyorum taksiden. Eşyalarımı bir bankın yanına taşıdıktan sonra yanımda oynayan çocukların bağırışları arasında bekliyorum Akif'i. Kısa bir süre sonra iş kıyafetleriyle görünüyor Akif uzaktan. Bir çırpıda eşyalarımı omuzlayıp meydanın yakınındaki evine çıkarıyor. Bir hafta önce kardeşinin onda olduğunu; fakat şimdi askere gittiğinden evde tek olduğunu, uzun bir süre bu durumun böyle devam edeceğini, kendisinin gece çalıştığını, uygun bir yer bulana kadar orada konaklayabileceğimi, söylüyor. Ne de olsa bir haftaya kalmaz güzel bir daire bulacağımdan emin ve Akif'i yedi yıldır tanımanın verdiği güven duygusuyla seve seve kabul ediyorum. Akif, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nin yakınlarında bir cafe olduğunu, gidip bir şeyler atıştırabileceğimizi, söylüyor. Onun hazırlanmasını beklerken telefonum çalıyor.  Eksik Daire'ye farkında olmadan enerjimi göndermiş olsam gerek, beni arıyor. Buna telepati diyorlar. Ekranda yıllardır değiştirmediği John Lennon ve eşi Yoko Ono'nun fotoğrafı olan profil resmini görünce kalbim vücumun her yerinden çıkıp bedenlemeye kalkışsa da savunma mekanizmam tıpkı hem komşunun çocuğunu hem de kendi çocuğunu suçüstü yakalayan anne korumacılığında, her ikisini de incitmeden "yapmayın çocuğum" diyor. "Gidin başka oyunlar oynayın. Ama artık bu oyunu bırakın." Dolayısıyla ekran kapanana kadar John Lennon ve eşi Yoko Ono'nun sırtları dönük çıplak fotoğrafına bakıyor ve onların temsil ettiği Eksik Daire'ye cevap vermiyorum Eğer bu şey telepatiydiyse iyi olmasını umut ediyorum; ama bizim birlikte iyi olmadığımızı biliyorum.

     Akif nişanlısından ayrılmış. Acayip sancılı bir süreçten geçmiş. Bütün bir hikayesini anlatıyor. O gün ve sonraki günler de bu hikaye devam ediyor. Hatta nişanlısı onunla görüşmeye devam etmek istiyor. Gelip kapı deliğine sakız yapıştırıp kapıyı çalıyor. Akif ise üzerindeki ölü toprağını atmanın derdinde yavaş yavaş tüm bu olanlara gülmeyi başarıyor. Bir yandan da gidip gelip kapı deliğini kontrol ediyor. Arada bir de kapıyı siliyor ☺

     Kesinlikle 4000 TL'den aşağı bir fiyatta temiz bir daire kiralamak mümkün görünmüyor. Günlerim yürüyüş yaparak, ev arayarak, sosyal medyada gezinerek, artan kira fiyatlarına yer yer söverek yapacak hiçbir şey kalmadığında da İstanbul'la özlem gidererek geçiyor. Maçka'da:



     Asmalı Sahne'nin kurucusu Petek Kırboğa'nın oynadığı bir oyuna bilet ayırtıyorum. Akif, akşam saatlerinde işe başlayıp sabaha doğru işi bittiğinden oyuna gelemiyor. Oyun saatine yakın tiyatronun altındaki bir mekanda bir iki kadeh şarap içip canlı müzik için erkenden provaya başlayan müzisyenlerle tanışıyorum. Oyundan sonra beni canlı müziğe davet ediyorlar. Ayırttığım biletin ödemesini yapmak üzere gişeye yöneldiğimde oyunun yazarı olduğunu sonradan öğrendiğim İbrahim Yusuf Yavuz ile tanışıyorum. Kendisi de Bahçeşehir Üniversitesi İleri Oyunculuk Yüksek Lisans Programı'nda eğitim alıyor. Bu yıl aynı binada eğitim alacağız. Adnan Hoca'da bir yandan İleri Oyunculuk okuyor. Sınıf arkadaşıymış. Çıkışta Petek Kırboğa ile konuşurken bu diyaloglar gerçekleşiyor. Oyun tek kelimeyle ha-ri-ka. Pandemiden sonra izlediğim ilk oyun. Nasıl güzel geliyor:



     Oyundan sonra oyuncularla ve oyunun yazarıyla vedalaşıp aşağıya iniyor canlı müzik dinlemeye devam ediyorum. Bir bira ısmarlayıp şarkılara eşlik ediyor ve çok geç olmadan kendimi Şişhane durağına atıyorum. 35/C adlı otobüsün gelmesini beklerken sırtımı durağa dönüp karşımdaki deniz manzarasına bakıyorum. "Bu durak sırtını nasıl güzel bir manzaraya dayıyor, haberi var mı?" diye geçiriyorum içimden. Erdal Hoca olsa "taş dünyası olmayandır. Durağın da dünyası yoktur" derdi büyük bir ihtimalle; ama dasein dünyası olan, ben de öyle.. Dünyaya bulaşmışım ama şu an her yerde ve hiçbir yerdeyim sanki.. Gözümden yaş akıyor. Az ilerde bir dünyam vardı bir sene önce. Ama şimdi yok. Evim yok! Müzikal'de Sahne dersinde çalıştığımız bir parça: Hey Ho, Nobody Home-bağlantısı nurada




     35/C'nin de geleceği yok. Kendimi Taksim'den Kocamustafapaşa'ya giden sarı dolmuşlardan birine atıyorum. Kainattaki en çok çeşitlilikte dünyası olan varlıkları görebileceğiniz bir dolmuş bu. 35/C'de öyle. Unutuyorum kendi dünyasallığımı.. Diğerleriyle yan yana, kulağıma çarpan farklı diller ve gözüme değen farklı tenler arasında gayrisahih'liğin kucağında ilerliyorum. İyi ki gayrisahihlik var. Hep sahih olmak da yorar. 

     Günler geçiyor. Okul devam ediyor. Müzikal Tiyatro'nun telafi dersleri başlıyor. Hafta sonu cumartesi tüm gün Galata yakınlarında yeni açılan Bahçeşehir Üniversitesi Konservatuar binasındayız. Hafta içi akşam bir gün dans dersimiz var. Bir diğer gün, yine hafta içi, solfej dersimiz var. Hafta sonu bir gün sahne ve korrepetisyon dersimiz var. Hafta da iki gün de Bahçeşehir'deki Doğa Koleji'ne gidiyorum. Yeni gelen 10. sınıflar epey hareketli. Ben de olabildiğince hareketli işlemeye çalışıyorum dersleri. Onların dikkatini çektikten sonra kendi ritimlerini kendileri dengelemeyi öğrenecekler. Önemli olan dikkatlerini çekmek. Yavaş yavaş. Okula giderken denk geldiğim bir manzara:




      Yarı zamanlı da olsa bir Konservatuar'da okumaya başlamak, Müzikal Tiyatro Akademisi'ne başlamak hayatımda aldığım en güzel kararlardan biri. Bir o kadar da hayal kırıklığı dolu.. Buna, içinde yaşadığımız dünyanın bulunduğu dönemin etkisi de-korona, iklim dengesindeki bozukluklar, ekonomideki iniş-çıkışlar- büyük. Tahta Kalem'in İnsan Ara Sıra Evini Yakmalı ve Çıkıp Dışardan Seyretmeli başlıklı yazısında-bağlantısı burada- dediğim gibi, müzikale başlama amacım temelde hem kendimi bildim bileli bende bir tutku mahiyetinde yer alan dans ve tiyatronun iç içeliği hem de yazdığım şarkı sözlerini bir gün bağıra bağıra söylemek adına sesimin gelişmesini sağlayacak Şan dersiydi. Sevgili Lynn Hocam sağ olsun bir yıl-bir kısmı pandemiden dolayı online olsa da- birlikte, bire bir, harika bir şan dersi işledik. Ancak ikinci yıl Lynn Hoca bizimle değildi. Bunun dışında Sahne dersimiz sevgili Murat Göksu ile yine tıkırında ilerliyordu. Yeni gelen dans hocamız sevgili  Köksal Ünal sayesinde dans dersimiz de son derece keyifli devam ediyordu. Ama gel gelelim solfej ve özellikle korrepetisyon benim için işkence olmaya devam ediyordu. Bir yılı şan ve sahne derslerine olan ilgimle götürebilmiştim. Bu yıl Lynn Hoca'nın ayrılığı dolayısıyla Şan sevincim son bulmuş yerine yeni gelen dans hocamız sayesinde dans aşkım yeniden kendini hatırlatmıştı. Peki ya solfej, korrepetisyon..! Sınıf arkadaşlarımın büyük bir kısmı ya bir koroya dahildi, ya piyano ya da gitar çalıyordu. Birçoğunun da nota bilgisi vardı. Ülkede, sonunda İstanbul Üniversitesi dışında bir müzikal programı açılmış ve bu programın talebeleri olmuştu. Dolayısıyla şükür etmem gerekirdi; ama aynı seviyelerde değildik. Bu durum çok defa beni rahatsız hissettirdi. Ama ne diyebilirdim ki? Yine aynı şekilde kendini müzik alanında geliştirmiş; fakat dans namına hiçbir atılımda bulunmamış kişiler de mevcuttu bu sınıfta. Bu defa da deli gibi dans etmek isteyen ben, sürekli bölünen, benim için gereksiz sorularla, yine hevesi kursağında kalmış bir vaziyette dersi bitiriyordum. Neyse ki Köksal Hoca işini çok sevdiği her halinden belli olan ve sınıf yönetimi konusunda son derece dengede haliyle telafi derslerinden mutlu ayrılmamı sağlamaya başlamıştı. Sahne dersinden:



     Pandemi sürecinde gitarımı yeniden elime almak bir işe yaramış bir önceki yıl aldığım solfej notlarını tekrar ede ede ucundan da olsa sınıfı yakalamaya başlamıştım. Sınıfın müzik seviyesinin bana oranla iyi olması hocalarımızı da beklentiye sokuyor ben ve benimle benzer seviyede olan canım arkadaşım Ufuk, yer yer zor, yer yer komikli anlar yaşıyorduk. Yine bugünlerden birinde Korrepetisyon Hocam ile Kiss Me Kate Müzikali'nden Always True To You İn My Fasion çalışıyoruz. Nota bilgim yeterli olmadığından tam olarak problemin nerede olduğunu söyleyemiyorum; ama Lynn Hoca ile online yaptığımız derslerde bu parçayı böyle çalışmıyoruz. Hakan Hoca da aynı anda farklı farklı şan hocalarının öğrencilerine eşlik etmenin yoğunluğunda ve benim o öğrencilerle aynı seviyede olmadığım bilgisinin unutmuşluğunda ısrarla bana nota soruyor. Kaldı ki Şan Hocam gittiğinden ve henüz yeni Şan Hocamı seçmediğimden uzun bir aradan sonra ilk defa onunla bu parçayı çalışıyorum. Kendi hocamla da yüz yüze değil whatsapp'tan yaptığımız görüntülü konuşma aracılığıyla çalıştık ve bu süre zarfında ellerim piyanoya bile değmemiş. Dolayısıyla en son, annemin karnından nota bilgisiyle doğmadığımı, buraya bu bilgiyi öğrenmek amacıyla geldiğimi, söylüyorum. Bu gerginlikli dersin sonunda konuşmalarımızın bir kısmını duyan Adnan Hoca her zamanki çözüm arayan tavrıyla gelip "Roz hangi notalar bunlar? Belki ben bulabilirim." diyerekten sohbete girip yardımcı olmaya çalışıyor. Ama birike birike taşan sinirimle Adnan Hoca'ya, buraya sevdiğim ve ilgi duyduğum bir alan olduğu için geldiğimi az önceki tavırların beni sahiden müzikalden soğuttuğunu, söylüyorum. 
  
     İçinde yaşadığımız dünya bu kadar yorucuyken, sonunda beslenebileceğim, ruhumu parıldatacak alana yönelebilmiş olmanın sevinciyle gidip geldiğim, onca engele rağmen de gitmeye devam ettiğim müzikali seçmemdeki en büyük neden de onun çocukluk hayalim olması. Ama işte her birimiz aynı şartlarda başlamıyoruz hayata. Tıpkı müzikale de aynı seviyelerde başlamadığımız gibi. Gerçi Bau Müzikal henüz çok yeni. Bizler de ilk öğrencileriz. Elbette zaman içinde bir şeyler daha sağlam oturacaktır. Ve umarım dengede, bilgiyi sevgiyle harmanlayıp bilgelikle paylaşan eğitmenlerin rehberliğinde devam edecektir. Ben ise ömrüm boyunca çoğunlukla işini sevgiyle yapan insanlara denk geldiğimden olsa gerek en ufak bir dengesizlik sezinlediğimde ruhumun ezildiğini hissediyorum. Ve artık az sayıda da olsa bu gibi durumlarla karşılaştığımda yapabilirsem tepkimi gösteriyor yapamazsam da o ortamdan uzaklaşıyorum. Aksi halde etkin olmak mümkün olmuyor sevgili Spinoza'nın işaret ettiği üzere. Bau'nun yeni konservatuar binasından. Tüm  engellere rağmen ve birlikte çabalarsak iyileştirdiğine inanıyorum:





     Az önce ezilmiş ruhumun öfkesinde Asmalı'da yer alan Fred adlı mekana geçip arkadaşımı bekliyorum. Bir kadeh şarap içiyor ve arkadaşımın bir saat gecikeceği bilgisinden sonra görüşmemizi başka bir güne ertelemeye karar kılıyor ve kalkmaya hazırlanıyorum ki harika bir yağmur yağıyor. Ama nasıl güzel! İkinci bir kadehi daha ısmarlıyor ve kendimi Eksik Daire'yle mesajlaşırken buluyorum. Gelemeyeceğini, söylüyor. Elinde büyük bir paket varmış ve çoktan dönüş yolundaymış. Benimle, sanki liseden sonra ona yazan bir arkadaşıymışım gibi konuşuyor. Gözümden yaşlar akıyor. Garson kız bana peçete getiriyor. Yağmur, İstiklal'i yıkıyor. Ben tuvalete gidiyorum. Telefonum çalıyor. Akif'in sesini duyar duymaz göz yaşlarım hıçkırıklara dönüşüyor. Yağmurdan önce aramıştı beni. Yağmurun bitmesini beklediğimden çıkamamıştım Fred'den. Sonrası Fred'in tuvaleti ve salya sümük ben! Asmalı'da olduğumu söylüyor ve tuvaletten çıkıyorum. Benim neredeyse iki üç katım olan bir kadın, salya sümük suratımla karşılaşınca sanki annemmiş gibi "ne oldu sanaaa??" diyor, Rus aksanıyla ve bana sarılıp her neyse geçeceğini, söylüyor kendinden emin. Eksik Daire'nin beni artık sevmediğini, söylüyorum hüngür hüngür ağlayarak. Korona öncesinde Lynn Hoca ile çalıştığım bir parça-bağlantısı burada- :


     
     Halam ölmüş. Adana'ya gitmedim. Siz hiç bir yakınınızın cenazesini gördünüz mü, bilmiyorum; ama dünyanın en samimiyetsiz ortamı olduğunu söyleyebilirim. Midem bulanıyor. Halam güzel kadındı ama. Naif! Beyoğlu'nu onunla öğrendik biz. Bir adama aşık oluyor ve kaçıyor İstanbul'a. Adam ölüyor ve geriye iki haftalık oğlu ile halam kalıyor. Babamın anneme aldığı bilezikleri, annem halama verince babam, anneme bir daha altın almıyor. Annemin elinde altın olmadığını görünce bunun nedenini sorgulayan ilkokul dördüncü sınıftaki ben, okul harçlıklarımı biriktirip otuzsekiz liram olunca düğünlerde uğradığımız kuyumcudan çeyrek altın alıyor ve annem ile babamın odasındaki perdenin arkasında yer alan, üst üste dizilmiş rengarenk yorganlardan, en aşağılarda olanlardan birini gözüme kestirip altınlarımı orada biriktiriyorum. Çok kalabalık bir ailemiz olduğundan herkesten harçlık alıyor evin alışverişini ben yapmaya başlıyorum. Tüm para üstleri, anneme alınacak altın bilezik için saklanıyor. Ablamın bana karne hediyesi olarak aldığı bisikletime biniyor evin elektrik, su faturalarını ödemeye gidiyorum. Bir-iki yaşıtım ve çoğunluğun yaşlılardan oluştuğu bir kuyrukta öğleden sonralarım oluyor. Tüm para üstleri altın için! Bir kuyumcu babama beni şikayet ediyor. Babam, adama "Sen karışma. Parayı al, altını ver" diyor. Okula giderken evden yolluk hazırlıyor asla ama asla kantinden bir şey almıyorum. Bir gün annem, Leyla ve Yıldız ablam okula durumumu öğrenmeye geliyorlar. Teneffüste karşı komşumuz Xece'nin yaptığı tandır ekmeğine sardığım çökeleğimi yerken dürümüm açılıyor ve Leyla ablam tandır ekmeğini okula getirdiğim için beni uyarıp kantine götürüyor. Simit ve meyve suyu alıyor. Ben tabi ki de sonraki günler tandır ekmeğini okula götürmeye devam ediyorum. En son, sürekli hesap yapıp çeyrek biriktiren ben, Mine ablamın da desteğiyle anneme bir anneler gününde altın bileziğini alıyoruz. Bir gün banyoda annem beni yıkarken "neden altın bileziğin yok?" diye soruyor, neredeyse iki ya da daha fazla yıl para biriktirmek zorunda kalacağım bu soruyla annemi sinirlendirmeyi başarıyor ve "ben sana alırım" dedikten sonra "baban almıştı sen de alırsın" diyen annemin ayağının kayıp yere düşmesini izliyorum. O düşerken iki örüklü saçları ahtapot gibi yüzünü sarmalayınca güldüğüm için kafama sarı tarağı yiyor ve banyodan sonra eve gelen misafirlere anneme altın bilezik alacağımı, söylüyorum. Yengem "baban çok aldı sen de alırsın" diyor. Ne yapmış yahu babam? Sonradan öğreniyorum. Elbette almış ama annem o bilezikleri halama vermiş. Halam da İstanbul'a gelip dönemin neredeyse yeni trendi olan burun estetiğini yaptırmış ☺ Üstüne de kaçmış. Babam da bir daha anneme altın almamış. Sonra halam dönünce babam, yine kız kardeşiyle en tatlış abi olarak ilişkisine devam etmiş. Sahiden diğer amcam Medrese'de okuduğundan da olsa gerek, halamın bu tavrını yıllarca dilinden düşürmemiş ve Hanım Halam ile Güllü Halamı kendisine danışılmadan istemediği adamlarla evlendikleri için affetmemişti. 
      
     Halam ölmüştü. Yaz boyunca neredeyse yoğun bakıma bir girip bir çıkıyordu. Ben ailenin en küçük çocuğuyum. Dolayısıyla aile büyüklerimin de yaşları epey var. Halamı ve oğlu Halit Abiyi her ne kadar çok sevsem de cenazeye gitmek istemedim. Babamın cenazesinden sonra hiç bir cenazeye gittiğimi de hatırlamıyorum. Mezarlığa gidiyorum ama. Yine o dönem cenazeye gitmediğimden kendimi suçlu hissetmiştim. Yüksek Lisans için yazın Adana'da girdiğim dil sınavı sonucum açıklanmış bir buçuk puanla okulun istediği baraj puanını kaçırmıştım. Okul henüz yedek listeyi açıklamamış kazanmış olsam bile elimde dil belgem olmadığından kayıt yaptıramayacaktım. Aynı hafta ne olur ne olmaz diye bir ay öncesinden kayıt yaptırdığım e-yds sınavına girmek için günübirlik Ankara'ya gitmiş hava alanının yakınlarındaki Ösym binasında ilk defa ekran üzerinden bir sınava girmiş aynı gün İstanbul'a geri dönmüştüm. Dönüş yolunda yine salya sümük ağlamış ve uçuş saati ertelenen uçağımı beklerken benimle aynı sınava girmek için İstanbul'dan gelen bir kadın akademisyenle tanışmıştım. E-yds aynı gün açıklandığından ben yine korkunç bir puan almış ve kendimin aptal olduğunu düşünmeye başlamışken İngilizce eğitmeni olmasına rağmen bu sınavda çok zorlandığını söyleyen Akademisyen'in önerisiyle yurt dışına gitmek yollarını düşünerek ağırlığımı Ankara'da bırakmış havalanan uçakla Ranciere'nin Cahil Hoca'sını okumaya başlamıştım. Sonraki günlerde de Cahil Hoca bana eşlik etti. Türk-Alman Kitabevi'nden:




Sorun kimdeydi bilmiyorum, çok da umursamıyorum; ama bu sınavı bir şekilde geçmeli ve dil problemini aşmalıydım. Milyon defa da olsa denemeye devam edeceğim. Nitekim yine Türk-Alman'da çokça karşılaştığım Umut'un önerisiyle PT adlı bir dil sınavı keşfediyorum. Mimar Sinan bu sınavı kabul ediyor ve sınavın sonucu bazen aynı gün, en geç ise beş gün içinde açıklanıyormuş. Umut, asil listeden Mimar Sinan'a kayıt hakkı kazanmıştı. Ancak o da benim gibi taahhütname imzalayarak dil belgesi olmadan başvuru yaptığı için benimle aynı tarihlerde girdiği dil sınavından, tıpkı benim gibi geçer bir not alamayınca hakkı yanıyor ve okula kayıt yaptıramıyor. İkinci yedek olarak kayıt hakkını kazanıyorum ama benim de henüz dil belgem yok. Umut PT sınavıyla şansımı denemem gerektiği konusunda bana akıl veriyor. Ve Ankara'da yeterince param gitmemiş gibi-sınava kayıt ücretiydi, yol parasıydı- şimdi bir de neredeyse 1200 lira civarı PT'ye ödeme yapıyor ve bir hafta boyunca PT'ye hazırlanıyorum. Ne var ki PT, Yds ile aynı mantıkta bir sınav değil. Hem yazma, hem konuşma, hem dinleme, hem de çok seçenekli şıkların olduğu, kesinlikle sıkılmadan nasıl bittiğini anlamayacağınız harika bir sınav. Fakat böyle bir formata yabancı olduğumdan ve yeterince bu sınava yönelik hazırlık yapamadığımdan PT'den de geçer not alamayacaktım. Sınava Beşiktaş'ta Yıldız Teknik Üniversitesi'nin Kampüsü'nde girmiştim. Saat 10'da başlaması gereken sınav, erkenden orada olmama rağmen koskoca binanın, sadece PT'nin bulunduğu katındaki elektrik problemi nedeniyle bir türlü başlayamadı. Neredeyse saat 9'dan 12'ye kadar bu problemi çözemediler. İstersem ertesi günlerden birinde sınava girebileceğimi söyleyen PT'nin çalışanlarına, bu sınava bugün girmem gerektiğini; aksi halde okula kayıt hakkımın son bulacağını, zaten sağladıkları bu kolaylık nedeniyle bu kadar para verip bu sınava kayıt olduğumu, söyledim. Yani son dakika kayıt olabilip kısa sürede sonucumu öğrenemeyecektiysem ne diye hiç bilmediğim bir formattaki sınava, Yds'nin neredeyse üç-dört katı ödeme yapıp kayıt olaydım ki??? Soğuktan içim üşüye üşüye, Avustralya'ya gitmek amacıyla bu sınava giren İranlı göçmen arkadaşlarımla, öfkeli bakışlarımızı paylaşa paylaşa, sonunda gelen elektrikler sayesinde sınava girdim. Ertesi gün Mimar Sinan'a kayıt olmalıydım. PT'nin yaşattığı bunca rezalet yetmezmiş gibi sonucum da açıklanmamıştı. Bilin bakalım neden? Saat 10'da olması gereken sınav geç başladığından değerlendirmelerimiz de henüz yapılamamıştı. PT'nin Türkiye Temsilcisi'ne mail attım. Yıldız Teknik'i aradım. Mimar Sinan'a gidip Sosyal Bilimler Enstitüsü'nün önünde oturdum. Mail attım, aradım, sakinledim, sinirlendim, nefes aldım, öfkemi paylaştım, telefon görüşmelerimi yaptım, şikayet edeceğimi, söyledim. Sonunda sonucumu gönderdiler. Kazanamamıştım!!!

     Mimar Sinan'dan çıktım. Akif uyanmış Taksim Meydan'a geliyor. Akşam işe gidecek. O saate kadar birlikte takılacağız. Taksim Meydan'a kadar yürüdüm. Bir yandan ağladım bir yandan güldüm. İyi de ben şimdi ne yapacağım? Aklıma, lisede birlikte tiyatro yaptığım arkadaşım Ozan'la yazdığımız şarkının sözleri geliyor. İkimiz de üniversiteyi İstanbul'da okumak istiyorduk. İkimizde şimdi bu şehirde yaşıyoruz. Ozan lisede temellerini attığı Tanrı'nın Gözü adlı  kurgusal romanını yayımlamış. İkincisini de yakın zamanda çıkarmış. Lise'den bu yana hayatında yer alan herkese yer vermiş bu romanda. Hem de kendi ismimizle. Birlikte hayal kurduğumuz o günlerin birinde şu sözleri yazmıştık birlikte:

*Bekle bizi İstanbul
Bi sene sonra ordayım 
Aşkımın kollarında 
Senin Yollarındayım.

Açılsın tüm perdeler
Yıkılsın tüm hayaller
Gerçeğe dönüşsünler
Yeter yeter ah yeter!!

Gece gündüz düşlerken 
Bir de baktım ordayım
Taksim'in ortasında 
Ahh ağlamaktayım!


      Tam olarak Taksim'in ortasında ağlamaktayım. Akif'de ağlak bir vaziyette. Bıkmış artık turizm sektöründen. Çalıştığı kurumdan ayrılmış. Zaten bunca yıllık deneyiminden sonra daha iyi bir yerde çalışması gerektiği konusunda motive ediyorum onu. O da belki yüksek lisansı burada değil de yurt dışında yapmam konusunda gazlıyor beni. Böyle birbirimizi güdüleye güdüleye Mephisto'ya geçiyor kahvelerimizi içip tatlımızı yiyoruz. İkimiz de acı içinde olduğumuzdan bizi kendimize tatlı bir şeyler getirebilir ancak. Akif yeni bir işe başvurmak için arkadaşıyla görüşmeye giderken ben de Müzikal'e, dans dersine gidiyorum :



     Evet nereden geldik buraya sevgili okur? Fred'deki Rus kadının kucağından. Beni bir anne şefkatinde sarmalamış şu sözleri söylüyor: "Dört tane kocam oldu. Yukarıda oturan dördüncüsü. İlkinden sonra sevdiğim bir adamı değil de beni en çok seven adamları hayatıma aldım. Erkekleri çok sevmeye gelmez. Mutsuz olursun. Seni en çok seven erkeğe şans ver. Güzel kızsın. Seni güldürecek erkek iyidir gerisi konuşmaya değmez." dedikten sonra nereye gideceğimi, soruyor. Arkadaşımın beni almaya geleceğini söylüyorum. Erkek olup olmadığını, soruyor. Uzun yıllardır tanıdığım bir dostum olduğunu, söylüyorum. Erkekten dost olmayacağını, söylüyor. Eğer olabilirsem sevgili olmamı, olamıyorsam da uzun süre bir erkekle aynı ortamda kalmamamı fısıldıyor. Enerjisi kalırmış üzerimde. Sonra "gel sana enerji vereceğim" deyip kocaman kucaklıyor beni. Yüzümü silip beni yukarı gönderiyor. Hesabı ödeyip çıkıyorum Fred'den. Akif milyon defa çaldırmış beni. Tarihi binaları çok sevdiğimden Asmalı'daki tarihi binalarda aramış beni. İçerideyken Asmalı'da olduğumu, söylemişim ama mekanın ismini söylememişim. O da gelirken arayıp ulaşamayınca paniklemiş. Bunca yıldır ilk defa bu ses tonunda duymuş beni. Ben de uzun bir aradan sonra ilk defa böyle içimde ne varsa hüngür hüngür ağlamışım zaten. İstiklal'in bir arasında birbirimizi görüyor ve sarılıp ağlamaya devam ediyorum. Beni İstikal'deki Cafe Nero'ya götürüyor. Kahvemi alıp dinlemeye başlıyor. Ben de başlıyorum Eksik Daire'nin umarsız tavırlarını ve o gün tatlı yiyip bastırmaya çalışırken tüm öfkemi, bugün patlayan duygu ve düşüncelerimi anlatmaya. Taksiye atlayıp eve geliyoruz. Yakın zamanda Mardin'e gitmişti Akif. Aylar öncesinden planladığı bu tatilden söz ettiğinde orada Samsun'dan çok yakın bir dostum olan Hazal'ın görev yaptığını söylüyorum. O da Mardin'e gidince  Hazal'la tanışmış bir güzel aşık olmuştu Hazal'a. Hazal ile birlikte harika Süryani Şarapları seçip getiriyor İstanbul'a. Eve geçince açıyoruz şaraplardan birini ve nadir de olsa bu kıvama gelince açıp dinlediğim Ahmet Kaya ve Tuncel Kurtiz'den Sevgi Duvarı adlı parçayı-bağlantısı burada- :



Hazal'la da ne çok dinlerdik. "Ne kadar rezil olursak o kadar iyi.." diyor bu harika iki sanatçı ve ben yeterince rezil olmamışım gibi anlatmaya ve ağlamaya devam ediyorum. Akif  "Roz yeter ağlama. Beni de ağlatacaksın" diyor. Kahkahayı basıyoruz bu defa ☺ Ardından ben geçiyorum benim için ayrılan odaya, Akif kalıyor salonda. Ertesi gün atıyoruz kendimizi Karaköy'e. Sonraki günlerde de adalara gidiyoruz. Günler yaralarımızı sarmaya çalışırken geçiyor. Akif bir önceki iş yerinden çok çok daha güzel bir otelde resepsiyonist olarak çalışmaya başlıyor. Ben Müzikal'in telafilerini bitiriyor ve Akif'in de akıl vermesiyle müzikalin ikinci yılı ve olursa yurt dışı için çektiğim krediyle, döviz alıyor yurt dışı eğitim fuarlarına katılmaya başlıyorum. Döviz fırlıyor ve ben aylarca yaptığım araştırmanın sonunda Youtube üzerinden keşfettiğim Lea London'ın kurucusu, İngiltere'de yaşayan Funda Hanım aracılığıyla  dil okulu araştırmalarına başlıyorum. Bu sırada Müzikal'in telafi dersleri bitiyor ve ben ikinci yıla başlamak yerine okulu donduruyor ve olur da yurt dışına gidersem, döndükten sonra Müzikal'e devam etme kararı alıyorum. Bu sırada da nota bilgilerimi ve eksik bulduğum daha bir çok konuyu-en başta dil- tamamlamayı planladığımdan döndüğümde belki Lynn Hoca'da yeniden Bau'ya döner ve aynı hocayla Şan'a da devam eder diye düşünerekten hiç tereddütsüz, ilk yıl müzikal okuduğuma dair okuldan aldığım belgeyi sevgili Adnan Hoca'ya imzalatıyorum. Bu belge vizeye başvururken teslim edeceğim belgeler arasında yer alacak. Okumalara devam ediyor iyi hissetmeyi kendime öğretiyorum:



     Kendimi sevmeye başlıyorum. Hayattan yeniden keyif almaya.. Funda Hanım İngiltere'de olduğundan, Türkiye'de vize için gerekli evraklar konusunda bana yardımcı olması için yönlendirdiği Barış Bey'e, son yıllarda girdiğim beşe yakın dil sınavından başarısız olduğuma dair kanıt niteliğinde belgelerimi gönderirken kendime gülüyor başarısızlıklarımı da sevmeyi öğreniyorum. Hatta o kadar iyi kanıtlar ki bunlar sahiden başarısızlığımla övünüyorum ☺ Bu sayede başvurduğum ülke, vizemi onaylayabilir çünkü:





     Bütün bu yurt dışı başvuru süreçleri ile uğraşıp bir yandan da başvuracağım ülkenin istediği profile uygun sponsor arayışındayken Gülben'in davetini kabul ediyor ve Kadıköy'e doğru yola düşüyorum. O akşam oturup uzun uzun konuşacağız Gülibik'le. Ama Gülben, yoldayken beni arıyor ve sesi titreyerek çok yakın bir arkadaşının, iş için gittiği Çanakkale'de intihara teşebbüs ettiğini, şu an yoğun bakımda olduğunu, söylüyor. Telefonda onu sakinleştirmeye çalışırken yolu bitiriyor ve Gülben'e varıyorum. Hazırlığını yaparken konuşuyoruz bir yandan da.. Gülben de çalıştığı kurumun şartlarından memnun olmadığını, arkadaşının da onunla aynı kurumda çalıştığını; ancak Gülibik işten çıktığından ve bir müddet arkadaşıyla görüşmediğinden tam olarak bu eyleminin nedenini bilmediğini, arkadaşının ailesiyle olan problemlerini zaman zaman kendisine anlattığını söylüyor. Soğukkanlı olması için elimden geleni yapıyor ve onunla beraber otogara doğru yola düşüyorum. Dudullu'dan bir araca biniyor Alibeyköy'e geçiyoruz. Otogarın tahsis ettiği bir araç bu, ben de Alibeyköy'den eve geçeceğim. Alibeyköy'de Gülben'i iş yerlerinden başka bir arkadaşı bekliyor. Gülben'le birlikte gidecekler Çanakkale'ye. Gülben, biraz daha sakinlemiş bir vaziyette hastaneden birileriyle konuşuyor. Durumunun kritik olmadığını öğreniyor. Derken telefonum çalıyor. Aslında uzun bir süre çalmış ama ben yeni fark ediyorum. Eksik Daire arıyor. Gülben'le göz göze gelip açıyorum telefonu. Beni görmek istiyor. Her neredeysem oraya gelecek ya da gelebilirsem benim gelmemi, istiyor. Beşiktaş'ta buluşmak üzere sözleşiyoruz. Gülben'i, otogarda bekleyen arkadaşına bırakırken ben de Eksik Daire'ye doğru yola düşüyorum. Onu siyah deri ceketinin içinde, sakalı uzamış, yüz hatları iyice belirginleşmiş ve yeşil gözlerinden taşan öfkeyle gördüğümde ne kadar çok özlediğimi fark ediyorum. Ama onun yüzünde en ufak bir belirti göremiyorum. Bizden neredeyse on yaş büyük bir arkadaşı ile oturmuşlar. Arkadaşının doğum günüymüş. İkisinin de kafası feci halde güzel. Eksik Daire yan taraftaki kıza bakışlar atıp kızla diyaloğa girmeye çalışırken arkadaşının bana sorduğu kişisel sorularla odağını bize dönüp arkadaşına "onu tedirgin ediyorsun. Ne yapacaksın nereli olduğunu?" diye çıkışıyor. Bunun üzerine arkadaşı da onu uyarıp "bak Roz o kadar yolu senin için gelmiş. Ne yapıyorsun George sen?" diye az önce yan taraftaki kızla diyalog kurmaya çalışan Eksik Daire'ye çıkışıyor. Ben ne yapmaya çalıştığını biliyorum. İlk defa böyle bir sahneyle karşılaşıyor ve hiç de yadırgamıyorum. Çünkü onu o kadar çok sevdim ki kendimden bile iyi tanıyorum. Bu sefer arkadaşı benim tepkisizliğime verdiği hayret duygusuyla sorularına devam ediyor. Eksik Daire'de arada sendelese de artık tamamıyla bizimle. Benim çok zeki olduğumu ve fazla zeki olduğum için de bir arada olamadığımızı, söylüyor arkadaşına. Arkadaşı da bana Eksik Daire'yi sevip sevmediğimi soruyor. İlk defa sesli bir şekilde, bir başkasının yanında, onu sevdiğimi söyleyen bana, afallamış bir şekilde bakan Eksik Daire, iyice yanaşıyor yanıma. Bu sefer yeni bir mekana doğru yol almak üzere düşüyoruz yola. Eksik Daire'nin, yeni yaşına giren arkadaşı, yeni yaş planlarından söz ederken biz gülüşüyoruz. Bize sinirlendikten sonra evine davet eden bu coşkulu adama, uzun bir süredir Eksik Daire'yi görmediğimi eğer mümkünse onunla baş başa bir kahve içip eve geçeceğimi, sonra isterse Eksik Daire'nin onunla geceye devam edebileceğini söylüyorum. Adam bu sefer elimdeki boş ıslak mendil paketini çekip diğer eliyle elimi tutuyor ve "Roz bak evim az ileride. Gidip orada hep beraber içelim ve siz de baş başa konuşmanıza devam edin sonra" diyor. Eksik Daire bu sefer gayet tok bir sesle arkadaşına elimi bırakmasını, söylüyor. Yer yer komik yer yer saçma bir diyalogdan sonra arkadaşının yeni yaşını kutluyor ve oradan Eksik Daire'yle uzaklaşıyoruz. 

     Evimde bir çingene yaşıyormuş. Ben gittikten sonra Eksik Daire uğramış. Taşındığımı bilmiyordu. Türkçesi de hala biraz kırık olduğundan çingeneyle tam olarak ne kast ettiğini anlamıyorum. Sarhoş olduğu için ağzına geleni söylüyor da olabilir. Bana ve insanlara olan öfkesinden ve artık kimseyi hayatında istemediğinden söz ediyor. Ben Fred'de ona ulaşmaya çalışırken zaten onu ne kadar çok sevdiğimi; ama İstanbul'da tek olduğumdan önceliğimin sorumluluklarımı yerine getirmek olduğunu, ona olan sevgimi belki hemcinslerim gibi yeterince gösteremediğimi; ama onu çok çok sevdiğimi sonunda söyleyebilmiştim. Hatta son zamanlarda bu kadar hafiflememi sağlayan şey de içimde artık bir şey bırakmamış olmaktı. Sonraki günlerde birbirimizi görmüyoruz. Eksik Daire birkaç defa arasa da bir araya gelemiyoruz. Cihangir'de bir oda tutuyorum. Yılbaşından sonra taşınıyorum. Eksik Daire'ye onu çok sevdiğimi her defasında söylüyorum; ama bir araya gelmemizin artık mümkün olmadığını, onun iyi olmasını dilediğimi, bir daha birbirimize ulaşmamak adına onu bulabildiğim her yerden engelleyeceğimi söylüyor ve dediğimi yapıyorum. Hayatta yapmak istediklerimle ve eyleyişimle, onun hayatı yaşama şekli hiç ama hiç örtüşmüyor. Buna rağmen onu seviyorum. Çünkü onun hikayesini seviyorum. Yalnızlığını, hayatta tek başına varoluşunu ve daha bir çok şeyini..Bunca yıl hayata fırlatıldığımız yerlerden tutunmaya çalışırken yalnızlıklarımızı birleştirip birbirimizi sarmaladık. Sahiden minnettarım. Ama artık o da yalnız değil, ben de..Aynı kişiler değiliz. Bedenlerimizin yan yanalığından başka paylaşacak bir şeyimiz yok ve ikimiz de bir arada olmak için yeterince çaba göstermiyoruz. Kendimden başka kimseyi değiştiremeyeceğimin bilgisinde ve kendimi sevmeden hayatımın rayına oturmayacağının farkında, kendi içime dönüyorum. Günlerime eşlik eden kitap:




      Aylar süren çabaların sonunda İrlanda vizesine başvurumu yapıyorum. Okumalarıma devam ediyor yeni taşındığım evimde denk geldikçe sohbet ettiğim Polonyalı bir Erasmus öğrencisi ve Ukraynalı bir dansçıyla farklı milletlerden insanlarla bir arada yaşamayı deneyimliyorum. İrlanda öncesinde pratik yapmış olacağım böylece. Akif'le ara ara görüşmeye devam ediyor bu süreçte birbirimize ne kadar iyi geldiğimizin farkında oluyoruz. Çok şükür ki arkadaşlarımızı seçebiliyoruz. Ve ben yaptığım seçimlerin sonunda kendimi iyi hissediyorum. Yukarıdaki kitabı Hazal ve Gülben'in önerisiyle okumaya başlamıştım. Bitirdikten sonra Akif'e veriyor ve ben İnsanın Anlam Arayışı'na geçiyorum:





     Ocak ayında vize başvurumu tamamladım. Sait eniştem sponsorum oluyor.Çalıştığım kurumun Felsefe Bölüm Başkanı sevgili Sabri Hoca ise referans mektubumu ve ülkeme geri döndüğümde çalışabileceğim bir işim olduğunu belirten mektubu yazıp imzalıyor. Bu süreçte en büyük motive kaynağım arkadaşlarım, mesleğim ve İstanbul'daki ailem; Leyla Ablam ve Sait Eniştem oluyor. Cemre adlı öğrencim katıldığı Felsefe Olimpiyatı'nda tüm Doğa Okulları arasında "Ölmeyen Sanat" adlı yazısıyla derece almaya hak kazanıyor:





     Ev arkadaşım Monica'dan bir kadının tek başına ülkeler aşıp nasıl da kendini sevebileceğini ve sağlam bir şekilde ayaklarının yere basabileceğini öğreniyor kendime baktıkça bakıyorum. Ukrayna ve Rusya arasındaki savaşın da etkisiyle maksimum iki ayda açıklanacak vize sonuçları dört aya uzuyor.  Bu arada İstiklal'de Tango Mia adlı bir dans okulunda haftada iki gün dans ediyor hafta içi de başlangıç sınıflarını asiste ediyorum. 2022 Mayıs ayına kadar günlerim böyle akıyor. Ardından vizemin açıklanmasına az bir zaman kaldığından, Mia'ya da dört ayın sonunda ara veriyor ve günlerimi okuyarak, yazarak ara ara da başka başka dans okullarının milonga ve pratiklerini keşfederek geçiriyorum. 2013'de tangoya başlamış olmama rağmen hayatımda ilk defa bir Tango Festivali'ne gidiyorum. Bunda Tango Mia'da sürekli pratik yapıp pandemi dolayısıyla ara verdiğim iki yıldan sonra formumu yeniden kazanmamın ve bu geçen süreçte tangonun bende mental olarak başka bir boyuta evrilmesinin etkisi de büyük oluyor. Tango hakkında, sosyal medyada denk geldiğim sevgili Yasmin Oğuz tarafından kaleme alınmış harika bir yazı var. Nasıl bir şey olduğunu merak ediyorsanız İletişim İçin Tango ya da Tango İçin İletişim adlı yazıyı okuyunuz-bağlantısı burada-. Festival'e hazırlanan ben:





     "Hayatta herkes, her şeyi, eşit sürelerde ve  aynı şekilde yapmalı" diye bir kural yok. Herkesin kendi zamanı var ve her şey zamanında güzel. Eylül 2020'de açtığım Tahta Kalem adlı blog sayfasında, 2013 yılında başladığım Felsefe ve Tango serüvenimin ilk yılından itibaren, kalp ve zihin süzgecimde kalanları, günümüze, Mayıs 2022'ye kadar aktarmış bulunmaktayım. Shakespeare'ın Türkçeye, Nasıl Hoşunuza Giderse şeklinde çevrilen eserinin adından da esinlenerek; yaşam serüvenim, sizin nasıllığınız ve benim nasıllığımı yorumlama faaliyetimin sonunda nasıl hoşumuza giderse öyle anlaşılacak, diyor ve hayatımın buraya kadar olan sayfasını bitiriyorum: NASIL Hoşumuza Giderse ☺




   

Tahta Kalem


Telif Hakkı©2021-2022 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2021-2022 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright not










2022/04/30

İnsan Ara Sıra Evini Yakmalı Ve Çıkıp Dışardan Seyretmeli



       Bugün bir arkadaşım aradı. Uzun yıllardır tanıdığım, kendini yontma sürecine zaman zaman da olsa tanıklık ettiğim ve yaşam serüvenini tek başına sırtlanmasına imrendiğim biri. "Roz artık yoruldum. Çok uzun zamandır çalışıyorum. Çok uzun zamandır yalnızım. Mesleğimin hayatımdaki her şeyin önüne geçmesinden yoruldum. Bir ilişki nasıl kurulur? Bunu bile hatırlamıyorum. Hatta belki de bilmiyorum. Bugün birinden benimle duygusal bir ilişki kurmak istediğine dair bir işaret görsem gözüm kapalı kabul ederim. O denli yoruldum yalnız olmaktan." dedi. O öyle deyince bir başka arkadaşım geldi aklıma. Uzun yıllardır o ülke senin bu ülke benim gezmiş üç-dört tane dil bilen, çalışma disiplinine çokça imrendiğim biri. Bir ilişki kurdu yakın zamanda. İlişkide olduğu kişiyi gördüm. Kendi yalnızlığından kaçması için değerlendirilmiş bir fırsat gibi göründü gözüme. Çünkü arkadaşım hala olduğu kişiydi. Bakışlarında, halinde ve tavrında en ufak bir değişiklik yoktu. Yani insan az biraz değişmeyecekse bir ilişkiye neden girerdi ki? Yalnızlıktan kaçmak için olsa gerek. Ya da yalnızlıktan sıkıldığından. Çok derin bir mevzu bu. Bilinç akışımı aktarırken bile durmama neden oluyor. Henüz kendini arayan ve anlamaya çalışan varlığın ötekiyle karşılaştığı yer. Kaldı ki kendin de aynı kalmıyorsun. Bu nedenle arada kendine de dönmen gerekiyor. Nisan ayında Opus Noesis'in düzenlediği sevgili Fulya Sormazöğüt'ün kolaylaştırıcılığında yürütülen "Sevgi" adlı Topluluklarla Felsefe Atölyesi'ne katıldım. Yetişkinler için olan bir p4c atölyesi olduğundan neredeyse 25 yaş ve üzeri, farklı yaş grubu ve mesleklerden insanlarla yapılan bu atölyeden geriye şu sorular kaldı: 

 *Sevgi nedir?

*Kendimize yakın hissettiğimiz kişi ya da şeyleri mi severiz?(Bağ kurduğumuz)

*Birine, bir şeye sevgi duymamızı sağlayan şey kendimiz miyiz yoksa sevgi duyulan şeyin varlığı mı?

*Sevgi, kendini görebildiğin yer mi?

*Neyi/Kimi seveceğimizi seçebiliyor muyuz?

*Sevgi öğrenilmiş/öğrenilebilen bir duygu mu?

*Birini hiç tanımadan, ilişki kurmadan sevebilmek mümkün mü?

*Sevgi biten bir şey midir?

*Sevgi için değişmek gerekir mi?

*Sevgi her zaman huzur verir mi?

*Güvenin olmadığı yerde sevgiden bahsedilebilir mi?

*Sevgi fedakarlık ister mi?

*Sevgi her zaman mutluluk getirir mi?

*Birini olduğu gibi kabul etmek sevgi midir?

*Sevgi tek taraflı mıdır?

*Sevgisiz yaşanır mı?

*Sevgi karşılık bekler mi? Her sevgiye karşılık verilir mi?

*Koşullu sevgi olur mu?

*Sevginin ölçütü nedir?

*Sevgi nasıl gösterilir?

*Sevgi emek gerektirir mi?


Vay canına! Sahiden zor bir fizik ya da matematik problemi kadar zor sorular bunlar. Hatta belki onlardan bile zor. Çünkü başlangıçta bize verilen bir formül yok. Formül diye gördüğümüz, tanıklık edilen yakın çevre ilişkileri ya da edebi eserler veya filmler aracılığıyla tanıklık ettiğimiz ilişki türleri olsa da işin içine kendimiz girmedikçe anlaşılmayan cinsten bir problem bu. Nitekim ben de yaşadığım o uzun yolculukların sonunda-bağlantısı burada- ilk defa ciddi ciddi ilişki kavramını karşıma koyacağım bir döneme yavaştan geçiş yapıyordum. Dil sınavına hazırlık sürecimde yaşadığım duygu durumlarını Tahta Kalem'in Güneş Her Gün Yenidir başlıklı yazısında-bağlantısı burada- aktarmıştım. Ailemin yanına döndükten bir ay sonra yeniden yola çıkmak üzere hazırlıklarıma başladım. Yüksek Lisans için girmem gereken tüm sınavlara girmiştim. Şimdi İstanbul'a dönüp dağıttığım düzenimi yeniden toparlamalıydım. 

     Uçaktayım. Kafamda milyonlarca soru. Yaklaşık bir saat sonra İstanbul'da olacağım. Ablama geçip ardından ev bakacağım. Tuhaf bir biçimde serin kanlıyım. Henüz bir işim yok. p4c atölyelerimi büyütmeyi düşünüyorum. Annem ev tutmamı ve atölyeler için gerekli ekipmanlar almamı sağlayacak bir bütçe desteğinde bulunuyor. Dolayısıyla ilk ay endişelenmeme neden olacak maddi bir unsur yok. Kendime güveniyor ve milyonlarca soruyu akışa bırakıyorum.

     Sabiha Gökçen'de iniyorum. Valizimin gelmesini bekliyorum. Antalya'da yaşayan ablam arıyor. Kendisi Türkçe Öğretmeni.. Meslek hayatındaki bunca yıldan sonra ilk defa özel ders öğrencisi almaya başlamış. Epey de talep varmış. O sırada valizim geliyor ve uçak havalanmadan önce tanıştığım biri, bir elinde telefon ablama laf yetiştiren bana yardım etmeye başlıyor. Kaçan valizi de yakalayıp kendisine teşekkür ediyorum ve taksiye binip ablama geçiyorum. Kapıda yeğnim karşılıyor beni. İstanbul'a ilk geldiğimde ortaokuldaydı. Şimdilerde liseden yeni mezun oldu. Boyu boyumu geçiyor ve arkadaşıyla valizlerimi alıp yukarıya taşıyorlar. Yıllarca o evden o eve geçişlerimde de hep eşyalarımı taşımama yardım ettiler. Dolayısıyla hangi valizde kitap olduğunu anladığı an ondan vazgeçiyor ve arkadaşına kitaplı valiz düşüyor. Arkasından da gülüyor. Kendisi de zamanında bolca taşımıştı.

     Ev ahalisiyle selamlaşıp mutfağa, her zamanki köşeme oturuyorum. Ablam da korona sürecinde evinin tadilat işlerini halledenlerden. Etrafı bir güzel gezdirdikten sonra başlıyoruz konuşmaya. Derken sıra işe geliyor. Klasik "ee Roz n'yapıcaksın?" sorusundan sonra artık salt atölyelere odaklanmak istediğimden, söz ediyorum. Derken telefonum çalıyor. Arayan bölüm başkanımız Sabri Hoca. Sosyal Medya'da İstanbul'a seyahat ettiğime dair konum paylaşımı yapmıştım. Henüz üniversiteden yeni mezun olduğum yıl, Opus Noesis'te, Metin Hocayı asiste ederken bir p4c atölyesi sırasında Doğa Okulları'nda çalışan Gizem ile tanışmıştım. Kendisi bir Felsefe Öğretmeni olduğunu ve çalıştığı kurumda alım yapılacak olursa bana haber vereceğini söylemişti. Ardından yine Metin Hoca vasıtasıyla Doğa'nın Felsefe Bölüm Başkanı Sabri Hoca ile tanışmış ve Doğa Okulları'nda ilk görevime başlamıştım. O zamandan beri de başka bir kurumda çalışmadım. Evimi kapattıktan sonra sözleşmem de bitince işten çıkmış Yüksek Lisans'a hazırlanmak amacıyla başka bir işe de başlamamıştım. Gizem'i, göreve ilk başladığım yer olan Bahçeşehir Kampüsü'ne yönlendiriyorlar. Ancak kendisi iki kampüse daha gittiğinden Bahçeşehir ona konum itibariyle ters geliyor. Tam o gün benim paylaşımımı görünce Sabri Hoca'ya benim İstanbul'a döndüğümü, söylüyor. Sabri Hoca'da "yeniden bizimle çalışır mısın?" diye soruyor. Elbette çok mutlu oluyorum. Sabri Hoca gibi yeniliğe açık, her an kendini geliştirmeye devam eden ve öğretmene değer veren bir bölüm başkanıyla çalışmak elbette çok kıymetli. Ama kafamda atölyelere yoğunluk vermek olduğundan İstanbul'a henüz bir saat önce geldiğimi, eğer mümkünse dinlendikten sonra kendilerine en geç ertesi gün dönüş yapacağımı, söylüyorum. Sahiden çok seviniyorum. Sabri Hocayla çalışmayı elbette seviyorum, işimi de öyle; ama önce halletmem gereken bazı şeyler var. Ev bulmak gibi, olur da dil sınavından geçmiş olursam hafta içi olacak olan yüksek lisans derslerim gibi ve haftada en az bir gün yapmak istediğim p4c atölyeleri gibi.. Nitekim ertesi gün ablamla, gelmeden önce seçtiğim kiralık dairelere bakmak adına, Avrupa Yakası'na doğru ilerlerken bir benzincide duruyoruz. Ablam kahvelerimizi almaya giderken ben de tüm bu kafamı karıştıran şeyleri Sabri Hoca'yla paylaşıyorum. Bahçeşehir'deki ders sayısının haftada iki güne tekabül edeceğini, olur da yüksek lisansa başlarsam ders programımın ona göre ayarlanabileceğini, ev arama sürecim için de derslere bir hafta geç başlayabileceğimi, kendisinin bu yıl ilkokullarla pilot p4c atölyeleri yapacağını, önümüzdeki yıllarda tüm Doğalarda "Çocuklarla Felsefe" atölyelerinin olabileceğini, böylece ders saatlerimizin de artabileceğini, söylüyor. Ben de Studio'da yaptığım atölyelerden ve bir sayfa açıp atölyelere daha çok ağırlık vermek istediğimden, söz ediyorum. Ardından Bahçeşehir'i kabul ediyor ve müdürümüzü arıyorum. "Hocam bu hafta başlayın. Olur da ev işiniz tam çalıştığınız güne denk gelirse size izin vermiş oluruz. Hem ilk hafta yeni öğrencilerimizle tanışmış olursunuz hem de ders saatleriniz boşa gitmemiş olur." diyor. Böylelikle bir iki gün sonra başlayacak olan işimi kabul etmiş oluyorum.

     Ablamla eve dönüş yolundayız. Kasımpaşa'daki bir komşum aracılığıyla kiralık bir daireye bakmaya gelmiştik. Ama içimize sinmedi. Şimdi son beş-altı yıldır yaşadığım Tepe Başı Caddesi'inden geçerken dönüp dağıttığım düzene bakıyorum. Her zaman uğradığım pastaneye uğrayıp dönüş yolunda atıştırmak üzere tatlı bir şeyler alıyorum. "İnsan ara sıra evini yakmalı ve çıkıp seyretmeli" diyen Şule Gürbüz gibi seyrediyorum yaktığım evimi. 

     Arabadayız. Cam açık. Radyoda Göksel "her şeye rağmen yaşamak güzel İstanbul'da. Yarabbi Şükür, Şükür" diyor. Boğazdan her geçişimde kalbim atıyor. Ablam da yirmi küsür yıldır İstanbul'da yaşıyor. Onun da kalbi atıyormuş. Kalbimiz ata ata geçiyoruz boğazdan şükür.

     Metin Hoca'yla konuşuyorum. İstiklal'de apartı olan bir arkadaşından bahsediyor. İçime sinen bir yer bulana kadar belki orada idare edebileceğimi, söylüyor. Ertesi gün küçük bir valiz alıp düşüyorum yola. Asıl şimdi kucaklaşıyorum İstanbul'la. Bilinmezliğin içinde adım atarken sarmalıyor bu şehir en çok beni. Metin Hoca'nın bahsettiği apart Kumbaracı Yokuşu'nda. İniyorum yokuştan elimde valizle. Apart denilen yer aslında paylaşımlı daire. Nitekim bir apartmanın son katına çıkıyorum. Dört odası olan bir daire burası. Dairenin sahibi ve Metin Hoca'nın tanıdığı olan kişi, başlıyor düzeni anlatmaya. Ama ta başta içeri adım atarken anlıyorum ben orada yaşamayacağımı. Bunca yılın sonunda artık hislerime de aklım kadar kıymet vermeyi öğrendim çok şükür. Evdeki tek kadın ben olacağım ve uyumak için tutacağım, içinde sadece kanepe olan odanın küçük mü küçük balkonunu, çamaşır sermek için kullanabilecekler. Hayatın bazı dönemleri olur ve o dönemlerde amacına hizmet ettiklerinden bazı koşulları çok irdelemeden kabul edersin; ama başka bir yeri tutup yaşayabilecekken ve bunun için zamanım varken neden böyle bir deneyim yaşatayım kendime? Her neyse gerildiğim zaman yapılacak en güzel iki faaliyet yemek yemek ya da uyumak. Ben de Antakya Dürüm Evi'ne gidiyor bir güzel karnımı doyuruyorum. Ardından Bahçeşehir Üniversitesi Müzikal Tiyatro Akademisi'nin koordinatörlerinden Adnan Hoca ile görüşüyorum. Bahçeşehir Üniversitesi, Konservatuar açtı ve bizim ilk yıl eğitim gördüğümüz BAU İDEA Kampüsü de Konservatuar'a taşınmış. Konservatuar'ın olduğu bina eski Haliç Üniversitesi. Ben de Pera Sanat'ın yakınlarındaki EspressoLab'da oturmuş sosyal medyadan bulduğum odaları inceliyorum. Dolayısıyla Adnan Hoca'yla görüştükten sonra "yakınlardaysan gel, Konservatuar'dayız" der demez kalkıyorum. Valizimi Antakya Dürüm Evi'ne bırakmıştım. Az biraz şu ev arama işinden uzaklaşmak iyi gelecek. Bir de bir Konservatuar'ın açılışına tanıklık etmiş olacağım. Daha ne olsun! neredeyse on-onbeş dakikaya oradayım. Adnan Hoca'yla selamlaştıktan sonra Asmalı Sahne'nin kurucusu Petek Kırboğa ile tanışıyorum. Birkaç hafta sonra oyununu izlemeye gideceğim. Adnan Hoca bize Konservatuar'ı gezdirmeye başlıyor. Tek kelimeyle Ha-ri-Ka. Birkaç haftaya burada derslerimiz başlayacak. Müzikal Tiyatro eğitimimizin ilk yıl korona nedeniyle tamamlayamadığımız Sahne, Dans, Korrepetisyon gibi uygulamalı derslerinin telafilerini Ocak ayına kadar burada tamamlayacağız. Sonrasında ikinci sınıf olacağız. Müzikal dersleri çoğunlukla hafta sonu olduğundan-ola ki hafta içi oldu, o zaman da akşam saatlerinde olduğundan- rutinimde bir aksaklığa neden olmayacak. Aksine ruhumu parıldatacak. Harika!

     Adnan Hoca'yla biraz sohbet ettikten sonra en azından okulun ilk iki gününü atlatana kadar kendisinde kalabileceğimi, kendisinin de Konservatuar'ın açılış süreci dolayısıyla çok yoğun olduğundan evde çok durmadığını söylemesiyle bu teklife balıklama atlıyorum. Aksi halde bir otelde kalacağım. Böylece ablama git-gel yapmak yerine ev işine de odaklanabilirim. Adnan Hoca'yla Asmalı'da oturuyor Müzikal üzerine sohbet ediyoruz. Şan Hocam olan Lynn Hoca'nın bu yıl bizimle devam edemeyeceğini, söylüyor. Çok ama çok üzülüyorum. Çünkü müzikale başlamamın temel nedenlerinden biri; hem zaten hayatımda kendimi bildim bileli bir tutku mahiyetinde yer alan dans ve tiyatronun iç içeliği hem de sesimi geliştirmek adına alacağım Şan Eğitimi'ydi. Lynn Hoca sahiden harikulade bir insan. Gerçek bir eğitmen. Nasıl üzülüyorum anlatamam. Bilgi sahibi çok insan var; ama işinin ehli bilge insana denk gelmek çok kıymetli. Dolayısıyla az sayıda oluyor bu kimseler. Dans eğitmenimiz danstan soğutmuştu mesela beni. Bilgisiz miydi? Asla! Ama eğitmen olabilecek bilgeliğe sahip olmadığını düşünüyorum. Bir eğitmen öğrencinin içindeki potansiyelin açığa çıkmasına fırsat vermelidir. Sürekli emirler veren, gergin, sabırsız insanlara eğitmen gözüyle bakamıyorum malesef. Eğitimini Viyana'da tamamlamış olsa da kendine yakınlaşamamış kimse ötekine yakınlaşamıyor işte. Bu nedenle dans hocamızın değişiyor olması beni çok ama çok mutlu etti. Her ne kadar Lynn Hoca'nın bizimle olmayacak olmasına hala içerliyor olsam da..

     Adnan Hoca'nın evi Cihangir Meydan'daydı. Evde de şiirlerden, şarkılardan ve müzikallerden söz ettikten sonra bana ayrılan odaya geçip ertesi gün okulla yapacağım sözleşme için erkenden uyanmam gerektiğini hatırlayıp uyumaya çalıştım. Bir güzel uyumuşum. Sabah, Adnan Hoca'da Konservatuar'a geçeceğinden, erkenden uyanmış benimle birlikte evden çıktı. Müdür'den gelen whatsapp mesajına göre bir saat daha vaktim vardı. Adnan Hocayla Cihangir'deki pastanede oturup bir güzel kahvaltımızı ettik ve akşam görüşmek üzere yedek anahtarı alıp Şişhane'ye doğru yürümeye başladım. 

     Müdürümüz Süleyman Hoca'yı, Doğa Okulları, İTÜ Vakfı'na geçmeden önce birlikte çalıştığımızdan tanıyordum. Tam o süreçte bir önceki müdürümüz işi bıraktığından Süleymen Hoca, Bahçeşehir'e yeni gelmişti. Ardından korona patlak verince Mart ayındaki bir haftalık tatilde ben soluğu ailemin yanında aldım. Ola ki bir çözüm bulunamadı en azından ailemle olurdum. Bulunursa da dönerdim. Nitekim o bir haftalık tatilin sonunda çözüm bulunamadı, dersler online'a döndü ve şehirler arası yolculuklar yasaklandığından ben de ailemin yanında kaldım. Ne de güzel oldu. Bolca özlem giderip dinlenme fırsatım oldu. Bir yandan da derslerimi vermeye devam ettim. Sonra dönem bitti ve bir sonraki dönem ben izne ayrılan bir hocanın yerine Haliç Kampüs'te çalışmaya başladım. Sonrası da işte yeniden Bahçeşehir. Dolayısıyla zaten bildiğim bir kurum ve tanıdığım bir müdür olduğundan sözleşmemizi hemen yapıverdik. Ardından ev için görüşmeler yapmaya, anlaştığım yerlere bakmaya başladım. Akşam yine Cihangir'de, Adnan Hoca'yla oturmuş "ne izlesek acaba?" diye düşünürken buldum kendimi. Bir film açtık ve yarım yamalak izleyip sohbete devam ettik. Ertesi gün öğrencilerimle tanışacaktım. Dolayısıyla yine çok geç olmadan kendimi odaya attım. Ertesi gün:


     İlk gün hep aynı heyecan olur. Bir sürü genç tanıyacağım. Aralarında zaten tanımış olduklarım da var. Şimdi 12. sınıf olmuşlar. Dersine girmediğim ama beni tanıyan 11. sınıflar var bir de. Sanırım hazırlık ya da 9. sınıfltalarken 10, 11 ve 12'ler için düzenlediğim İllüzyon Müzesi etkinliğine gelmişlerdi. Bilgi Felsefesi'nde "Duyuların Göreceliği" problemi özelinde ve öğrencilerle birlikte bir deneyim yaşamak adına müze fikrini ortaya atmıştım. Süleyman Hoca'da "hocam diğer sınıflara da duyuralım. Gelmek isteyenler gelsin." demişti. Böylelikle aslında öğrencilerin birçoğu beni biliyor olduğundan ilk gün düşündüğümden de eğlenceli geçti. Korona'dan hemen önce yaptığımız İllüzyon Müzesi Gezisi'nden:


                          
     


     Dönüş yolunda mezuniyetten sonra Ravouna adlı tarihi butik otelde, birlikte dört ay kadar çalıştığım resepsiyonistlik yapan bir arkadaşımı aradım. İstanbul'a geldiğim ilk yıl tanışmıştım Akif'le. Dolayısıyla o zamandan bu zamana ailemden beni ziyarete gelenler olduğunda bir şekilde Akif'le de tanışıyorlardı. Kendisi Uluslar Arası İlişkiler mezunuydu. Ablama, yeğenime İstanbul'un tarihi yerlerini-gerçi adım başı tarih bu şehir ☺- gezdirirken bize rehberlik etmişliği boldur. Durumumu anlattım. Adnan Hoca'ya "en fazla iki gün kalırım" demiştim. Okulun ilk haftasını atlatmış bulunduğumdan ablama dönebilir ya da bir iki gün daha rahat rahat ev bakmak için otelde kalabilirdim. Akif bir otelde çalışıyordu. Dolayısıyla güvenilir ve uygun bir otel bulmamda bana yardımcı olabilirdi. Akşam 9 gibi işten çıkacağını o saatte buluşup konuşabileceğimizi, konaklama işini çözebileceğimizi söyledi. Ben de bütün bu yorgunluğu atmak adına Cihangir'de bir cafeye oturdum ve filtre kahvemi ısmarlayıp telefondan ev arayışıma devam ettim.  Aşağıdaki görsel twitterda karşıma çıktı. Ravouna'nın giriş kısmı. Sahiden burada çalışmayı seçmemin bir diğer nedeni-maddi getirisinden sonra- bu harikulade tarihi dokusuydu:



Hatta bir akşam, Felsefe Bölümü'nden arkadaşım olan Mehmet'in paylaştığı, İlber Ortaylı'nın bir youtube videosunu izlerken uyuyakalmış ertesi sabah tam burada Sevim Ablayla açılışı yaparken bu kapıdan içeri İlber Ortaylı girmişti. Sahiden uyanamadığımı düşündüm bir an. Ardından İlber Hocayı ve arkadaşını fotoğrafın tam sağ alt kısmındaki masaya aldım. Kek ve kahvelerini servis ettikten sonra da kimse onları rahatsız etmesin diye yakın masalara kimseyi yönlendirmedim. Sevim ablaya o kişinin İlber Ortaylı olduğunu ve ondan hesap almamamızın hoş olacağını söyledim. O da kabul etti. İlber Ortaylı ve arkadaşı da, ikramımıza tip kutumuzu selamlayarak karşılık verdiler. Yazarken bile gülümsüyorum. Çok tatlış bir anı bu ☺ Aşağıdaki fotoğraf ise akşamları iş sakinleyince bar kısmına geçip kahve yapan ben ve mesai saati yeni başlayan Akif:



Ardından Adnan Hoca'yla görüşüp akşam çıkacağımı, söyledim. O gün işinin epey uzayacağını, beni yolcu edemeyeceğini, anahtarın mühim olmadığını daha sonra buluşup kahvemizi içerken teslim alabileceğini, söyledi. Her ne kadar bildiğim ve çalıştığım bir kurum olsa da işe başladığım ilk günlerimde beni misafir ettiği için kendisine teşekkürlerimi ilettim. Ardından eve geçip eşyalarımı topladım. Ve iş yerindeyken beni arayan lise tiyatro kursundan arkadaşım Burak'la uzun bir sohbete daldım. Numaramı yeğenimden almış. Yıllar içinde birbirimize ulaşmaya çalışmış ama bir şekilde ulaşamamıştık. Amcası ablamla aynı hastanede çalışıyordu ama Burak'ın numarası diye verdiği numara kullanılmıyordu. Ben İnstagram'ı yakın zamanda kullanmaya başladığımdan o da beni bulamamıştı falan. Şimdilerde aşçılık yapıyordu ve yakın zamanda yurt dışında çalışmaya başlayacaktı. Hayatımızın en güzel zamanlarını, birlikte tiyatro yaptığımız yılları konuşurken saat 21.00'a geldi ve ben Akif'le buluşmak üzere evden çıktım. 


Eylül 2021'e kadar kalp ve zihin süzgecimde kalanları paylaştım. 

Hoş geldin Mayıs ❤


Ek1: İllüzyon Müzesi'nden, her köşesinde kendimizle karşılaştığımız bir masa:



Ek2: Göksel, Yarabbi Şükür: bağlantısı burada



Kaynakça

Kambur, Şule Gürbüz, İletişim Yayınları, İlk Baskı Yılı:2000.


Tahta Kalem


Telif Hakkı©2021-2022 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2021-2022 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright notice and links are included. https://tahtakalem01.blogspot.com/

2022/04/13

Aklını Da Yücelere Taşı ki Ruhun Ezilip Dibe Çökmesin

      


     Kadıköy'den Göztepe'ye giden bir otobüsteyiz. Gülibik kuzeniyle konuşuyor. Bu akşam Gülibik'de kalacakmış. Ben telefonda Şilan'la konuşmaya devam ediyorum. Yüksek lisans sınavında seçtiğim soruları paylaşıyorum. O da benimle aynı gün girdiği doktora sınavındaki sorulardan bahsediyor. Birbirimize iyi niyet dileklerimizi ilettikten sonra telefonu kapatıyoruz. Gülibik'in kuzeni çiğ köfte almış. Yememiz için ısrar ediyor. Benim tek lokma daha yiyecek yerim yok. Son günlerde yaptığım yolculuklar ve yaşadığım heyecanlar-bağlantısı burada ve burada- beni yeterince doyuruyor. Duş alıp salondakilerle vedalaşıyor ve Gülibik'in benim için ayırdığı odama geçiyorum. 9-12 yaş grubu ile yaptığım p4c atölyelerinde en çok üzerinde durup tartıştığımız konu arkadaşlık kavramı özelinde "gerçek bir arkadaşı, gerçek bir arkadaş yapan özellikler en temelde nelerdir? sorusu oluyor. Bu soruya farklı farklı zamanlarda yaptığım, farklı farklı 9-12 yaş grubu atölyelerinde aldığım yanıtlarla oluşan bir kesişim kümesi var. O kümenin elemanları:


*bizi seven

*bizimle oynayan

*bizimle bir şeyler yapmak isteyen

*bizi kollayan

*sırlarımızı saklayabilen

*bizi asla üzmeyen

*bizi anlayan

 

     Gülben'e minnettarım. Beni anladığı ve hayatımın bu döneminde beni kolladığı için. Bir de kesişim kümesinde olmayan ve sadece bir 9 yaş grubu katılımcısından aldığım bir cümle var: "gerçek bir arkadaş sana söylemeden seni bırakıp gitmemeli" demişti. Gitmek zorunda olsa da, seninle artık oynamak istemese de sana bunu söylemeden eylemde bulunmamalı. Eğer söylerse daha az acıtırmış. Bir şeyleri açıklık ve netlikle çok dolandırmadan söyleyebildikleri ve insana dair olanı en içten paylaşabildikleri için çocuklarla felsefe atölyeleri düzenlemeyi seviyorum. İnsana dair umudum artıyor.

     Ertesi sabah erkenden uyanıyorum. Yine bir gece önceden hazırladığım kıyafetlerimi giyinip çıkıyorum evden. İstanbul'un gözler önüne serdiği ihtişamını daha iyi görebilmek için vapurun en tepesine oturuyorum. Yaşayan bir sanat eseri bu şehir! Karaköy'de inip Şişhane'den metroyla Osmanbey'e geliyorum yine başım havada. Bu şehri en çok başımı yukarılara taşıyabildiği için seviyorum: 

Bir tek insan soyu yukarıya kaldırır mağrur başını, 

bedenini dik tutar, bakar öylece yeryüzüne.

Dünyevi bir varlık olarak aklını yitirmedikçe, 

bu duruş seni hep uyarır:

"Başını dikip göğü seyreden, alnını açan sen,

Aklını da yücelere taşı ki ruhun ezilip dibe

 çökmesin, dünyevi bedenin göğe akarken."

Boethius:  Felsefenin Tesellisi, 

Çeviren: Çiğdem Dürüşken,

5.Kitap, V; 10-15.

       Bir gün önce oturduğum cafeye geçiyorum. Bomonti Bira Fabrikası'nın hemen karşı çaprazında küçük bir yer. Filtre kahvemi ısmarlayıp elimdeki notlara göz gezdiriyorum. Bugünkü heyecanım dünkü heyecanımın neredeyse iki katı. Çünkü bugün hocalarımın karşısına geçeceğim. Onların sorularını bu defa sözlü bir biçimde yanıtlayacağım. Allahım umarım bu heyecanla bir patavatsızlık etmem, diye geçiriyorum içimden. Felsefe sakinlik ister. Sakin, dingin, açık ve net olmayı bir nebze öğrenebildiysem onun sayesindedir. Ama yine de bazen lank diye çıkan cümlelerim oluyor ☺. Çok komik ve bir o kadar gerçek bir teşhiste bulunmuştu alan dışından bir arkadaş: Sevgili Metin Hoca'nın İstanbul Medeniyet Üniversitesi ile düzenlediği (p4c) Çocuklarla Felsefe Eğitmen Eğitimi Sertifika Programı'nın son gününde, sertifikalarımızı almış Komşu Kapısı Maçka Dayanışma Derneği'nde kutlamalarımızı yapıyorduk. Metin Hoca " aldığınız bu eğitimi nasıl buldunuz? Düşüncenizde nasıl farklılıklar yarattı?" gibi bir soru sordu. Katılımcılardan biri "bu atölyelerin başında sürekli bir şeyler söylüyor, daha çok konuşuyordum. Bu iki ayın sonunda ise daha az konuşmaya başladığımı, daha çok nasıl düşündüğüm üzerine düşündüğümü fark ettim" dedi. Ardından ben söz aldım. Lisans yıllarımın başlarında ben de çok konuştuğumu, ilk yılın sonunda Samsun'dan İstanbul'a geçiş yapınca ve felsefeye dair aldığım ders sayıları arttıkça sesimi kaybettiğimi; ancak  lisansın son yıllarında sevgili Kaan Hoca'nın verdiği güven duygusu ve belirli bir konuda derinlikli okumalar yapmanın verdiği öz güven ile sesimi yeniden kazandığımı, söyledim. Aşağıdaki fotoğraf o günden. Tam 3 yıl olmuş:



     Mülakatım saat 10.15 gibi başlayacak. Bölüme geçiyorum. Mülakata gelenlerle tanışıyorum. 5-6 kişi kadarız. Bir de öğleden sonra gelecek bir grup var. Bir kişi hariç diğerleri farklı üniversitelerden mezun. Lisansı Mimar Sinan olan kişiyle sohbete devam ediyoruz. Benden de heyecanlı biri var karşımda. Kendimi onu sakinleştirmeye çalışırken buluyorum. Yeni mezun olmuş. Gözleri pırıl pırıl ve ürkek. Sıra bana geliyor. Derken tüm hocalar mülakatın yapıldığı sınıftan çıkıp odalarına geçiyorlar. Allahım biran evvel olsun bitsin şu mülakat. Yoksa heyecandan öleceğim. "Kendine gel Roz!" diyorum. "Her ne olacaksa olacak! Sakinle.." diye kendime telkin veriyorum bu sefer. Tam o esnada Bölüm Başkanı Bülent Gözkân elinde kettle ile çay ocağından çıkıp sınıfa giriyor. Ardından diğer hocalar.."Haydaaa.." diyor iç sesim: "Seni çiğ çiğ yiyecekler kızım. Üstüne de çay içecekler" diyor. Bülent Hoca çaydanlığını bırakmış bana sesleniyor. Sıra bendeymiş. "Nefes al Roz! Nefes al! Nefes al! Nefes al!" diyor iç sesim yerimden kalkıp sınıfa, Bülent Hoca'nın yönlendirdiği masaya geçip oturana dek. Tek tek hocalarımla selamlaşıyorum. "Hmm yeni biri var!" diyor beynim, gözümün ilettiği bilgilerden sonra. Bülent Hoca "Rozerin Hoş geldin. Biz seni biliyoruz. Ama yeni hocalarımız var. Kendini tanıt istersen" diyor. Az önce gözümün ilettiği bilgiyi yorumlayan beynim yeni kişiye yönelmemi, söylüyor. Kendini arayan bir benliğin o güne kadar yaptıkları üzerinden kendini tanıtmaya çalışıyor. Ne yaptığımız, kim olduğumuzu göstermiyor mu? Ya da ne yapmadığımız?..Varlık ve Hiçlik buna işaret ediyordu en azından, Özge Ejder'in 20. yy dersinden öğrendiğim kadarıyla.. Ben de başlıyorum yaptıklarımı anlatmaya.. Mehmet Şiray söz alıyor. Önce tangoya devam edip etmediğimi, soruyor ☺. Biraz müzikalden, biraz tangodan ve bütün bunların ruhumu nasıl beslediğinden bahsediyorum. Dün olduğumuz yazılı mülakatta seçtiğim soru özelinde "Heidegger, Nietzche için son metafizikçi diyor. Sence neden böyle düşünüyor olabilir Rozerin?" gibi bir soru yöneltiyor. "Hmm Heidegger öyle mi demiş? Bilmiyorum." diyorum, hafif gülümseyerek. Heidegger'in neden öyle dediğini sahiden bilmiyorum. Neyse, orada bilmiyorum diye de susmuyorum. Sesli bir biçimde düşünerek karşımda oturan beş hocayla düşünce zincirimi paylaşıyorum. Mehmet Şiray'da yorumlayabilmem için soruyu olabildiğince açıyor. Ben de başlıyorum yorumlamaya: "Metafizik! Önce metafiziğin tanımını yapmaya çalışalım. Aristoteles; bir tanımı, tanım yapan şeyin, sınırlarının konulmuş olması olduğunu, söylüyor. Metafiziğin sınırı neresi ki ?" diye soruyorum. Ben hocalarıma bakıyorum. Hocalarım bana bakıyor. Yani metafizik, fiziğin ötesiyse ve sınırını da koyamıyorsak "bu sınıfta bulunan kişi sayısı kadar metafizik var." diyorum. Nietzsche'nin "Tanrı öldü" cümlesi bile gelmiyor aklıma. O kadar da Torino Atı izleyip saatlerce patates yiyen bir baba-kızı sonuna kadar izleyebilme iradesinde bulunmuştum. Üstüne bir de Béla Tarr'ın filmografisi üzerine yazılmış Jacques Ranciere tarafından kaleme alınan Ertesi Zaman kitabını alıp okumuştum. Ah! Onlar da çok üstelemiyorlar. Bülent Hoca biraz Heidegger'in Varlık ve Zaman'ı üzerine sorular soruyor. Ben de bildiğim kadarıyla cevaplıyorum. Ardından Alper Yavuz söz alıyor. "Yazılı sınavda seçtiğiniz acı ile ilgi soruyu sadece Heidegger özelinde yanıtlamışsınız. Diğer filozoflar açısından ele alsaydınız mesela.." derken sözünü kesme düşüncesizliğinde bulunuyor ve onla aynı anda "Descartes" diyorum. O da "evet mesela Descartes özelinde yanıtlayacak olsanız nasıl ele alırdınız merak ediyorum" diye soruyor. Ben yine soluksuz "yook yapamam" diyorum. Öyle bir "yoook" diyorum ki sanki Heidegger babammış ve Descartes özelinde ele alırsam ona ihanet edermişim gibi.. Allah'tan bu içten hayırım hocalarda gülme isteği uyandırıyor da ortam yumuşuyor-en azından benim için 😊-. Bülent Hoca bana "yine de öyle demiyelim" diyor gayet içten. "Ben takım tutar gibi Heidegger tutmuyorum" diyorum. İyi de adam benim neden Heidegger çalıştığımı nereden bilsin ki.. Bülent Hoca da gayet mütevazı bir biçimde "Peki" diyor. Sonra yeni hocalarımızdan Hakan Yücefer söz alıyor. "Siz felsefeye değil de Heidegger'e gelmişsiniz gibi duruyor." gibi bir şey söylüyor. Felsefeye değil de Heidegger'e gelmek de ne demek! Yani sahiden hala anlamlandırmıyorum bu cümleyi. Heidegger bir filozof değil mi? Hem de bir 20. yy filozofu. Onla ilgilenmek doğal olarak felsefeyle ilgilenmek olmuyor mu? Kaldı ki Heidegger çalışmak bir Platon, Aristoteles çalışmaktan daha zor. Çünkü Heidegger çalışmak demek 20. yy'a kadar gelen tüm filozofları okumaya, öğrenmeye, anlamaya çalışmak demek. O an bu cümleleri paylaşamıyorum ne yazık ki. O an ağzımdan dökülen cümleler; felsefe tercihimin bilinçli bir tercih olmadığı, üniversite hazırlık sürecindeyken felsefe öğretmenimin yönlendirmesiyle felsefeyi seçtiğim, Heidegger'le karşılaşana kadar da felsefeye yeterince özen göstermediğim, oysa çok harika hocalarımın olduğu ve onları yeterince değerlendiremediğim; dolayısıyla yine aynı üniversitede, bu sefer farkında bir biçimde, yüksek lisans yapmak istediğim, oluyor. Heidegger'e neden bu kadar ilgi duyduğumu, soruyor. Üniversiteye hazırlık yılımda babamı kaybettiğimi, ölüm kavramının hayatımda büyük bir etkisi olduğunu, ardından Samsun'a felsefe okumaya gittiğimi, ilk yılın sonunda okumak istediğim üç şehrin İstanbul-Ankara-İzmir olduğunu; Samsun'da kalırsam psikolojiden çift anadal yapabileceğimi, ancak gidersem ne olacağını bilmediğimi; dolayısıyla hayatımızda yaptığımız seçimlerin, neyi neden istediğimizin ben de seçim kavramına dair bir merak uyandırdığını ve yine Aristoteles üzerinden olsa da Heidegger'in seçimlerimize işaret etmesinin ben de ilgi uyandırdığını, söyledim. Benim 17 yaşımdan 23'lere kadar hayatımda kırılmalarla etki uyandıran bu kavramları, adamın biri irdelemiş, varoluşun fenomenolojik hermeneutiğini yapmış. Dolayısıyla "ben Heidegger'i seçmedim, onunla karşılaştım. Tıpkı bir logar kapağı gibi..Bu nedenle felsefeyi onunla sevmeye başladım" dedim-"logar kapağı" diye bir şey yok. Rögar kapağı var. Ben logar demek istemiştim ☺- Bu arada lisans bitirme çalışmamı Heidegger üzerine yaptığımı mülakatın başında, kendimi tanıttığım esnada söylemiştim. Zihnimdeki en taze ve kapsamlı bilgilerin Heidegger üzerine olması da soruları seçerken etkili olmuştu.

     Sözlü mülakatı geçmek yetmeyecekti. Sırada bir de dil sınavı vardı. Olur da sözlü mülakatı geçersem okul benden kayıt için dil belgesi isteyecekti. Bu mülakata da taahhütname imzalayarak girmiştim zaten. Yani kesin kayıt tarihine kadar sınava girip dil belgemi teslim edeceğimi; aksi halde hakkımın yanıp bir sonraki kişiye geçeceğini, kabul ettim. Nitekim mezuniyetimin ardından 3 yıl geçmiş ve ben hala dil problemini çözememiş bir vaziyette hocalarımın karşısında duruyordum ve bu iyi bir görüntü değildi. Sonra bu süreçte pek iyi görüntülerde yaşamadığımı hatırlayarak sınavdan geçebileceğimi, söyledim. Hocalarım beni alırlarsa dil sınavını geçip geçemeyeceğimi merak ediyorlardı haklı olarak. Kaan Hoca "sınırda mı kalırsın yoksa iyi bir not mu alırsın?" diye üsteledi. Bazen salt çok önemsediğiniz birisi, size inandığı için kendinize inanırsınız. Lisans bitirme yılımda Kaan Hoca bana inandığı için Heidegger çalışabilmiş ve sunuşumu yapabilmiştim. Dolayısıyla bu üstelemeler beni biraz üzdü. Beni üzen sadece hocalarımın bu konuda ısrarla diretmeleri de değildi. Çünkü bazen insanlar sadece bize değil kendi deneyimlerine cevap verirler. Sonra "yahu ben ne dedim ki ya da ne yaptım ki de bana böyle dedi" diye sorgularken buluruz kendimizi. Belki biz o kişiye kötü bir şey dememiş ya da yapmamış olabiliriz; ama her ne yaptıysak o kişinin hayatında bir yerlere dokunmuşuzdur ve o kişi de bize kendi geçmiş deneyimlerine verdiği ya da veremediği tepkiyi veriyordur dokunduğumuz yerden. Dolayısıyla diğer hocalarımın bu belge konusundaki ısrarlarına verdiğim tepki, benim zaten zamanında yapmak isteyip yapamadığım sonrasında ise yapmaya fırsat bulamadığım bir problemin kendisine verdiğim bir cevaptı. Sordukları soru gayet haklı ve basit bir soruydu; ama ısrarları modumun düşmesine neden oldu. Bülent Hoca geçen yıl da yüksek lisansa online başvuru yaptığımı, ama sınava girmediğimi ve bunun nedenini merak ettiğini, söyledi. Bülent Hoca'nın acayip bir hafızası vardır ve hiçbir şeyi unutmaz. O zaman da henüz dil belgem olmadığı için ve kaldığım evin çıkardığı problemler dolayısıyla bir yandan da devam ettiğim bir işim olduğundan o kadar kısa sürede dil sınavına hazırlanamayacağımı fark edip sınava girmemiştim. Bu kadar detaylı olmasa da dil belgemin olmadığını, bir yandan çalışmaya devam ettiğimden, başvurumun sonrasında doğru bir yıl olmadığına karar verdiğimi, söyledim. Bütün bunlar pek sağlam bir görüntü sunmuyorlardı. Dolayısıyla modum düşük bir şekilde mülakatı tamamlamış oldum. Hocalarımla vedalaşıp çıktım sınıftan. Gülibik İstiklal'e gelecekti. Yol boyunca hızlı hızlı yürüdüm ve sonunda göz yaşlarım adımlarıma yetişti. Ne oluyordu böyle ? Neden dünya biraz olsun sakinlemiyordu? Neden sürekli beni yolumdan uzaklaştıran şeyler oluyordu? Olay dil falan değildi? Olay bendim. Ben yeterince dengede değildim. Olmak istiyor olamıyordum. İşe giriyor girdiğim iş batıyordu. İşe giriyor girdiğim kurum batmanın eşiğine gelip el değiştiriyordu. İşi çözüyordum, deprem oluyor kaldığım evi su basıyordu. Evden çıkıyor yeni bir düzen oluşturuyordum, korona çıkıyor başka olumsuzluklara neden oluyordu. Bu arada yaşam enerjimi diri tutmak adına kredi çekip başladığım yarı zamanlı müzikal tiyatro da korona yüzünden devam etmiyordu. Bu nasıl bir zamandı! Bunlar nedenlerdi ama tek şey bunlar olamazdı. Benim kendi ruhumda dengelemem gereken bir şeyler olmalıydı. Buraya kadar akıntıya karşı yüzmüştüm. Elbette yoluma devam edecektim. Ama önce içimi dengede tutmayı öğrenmeliydim.

     Uçaktayım. Aylardır hazırlandığım sınavlar bitti. Sonuçlar kısa bir süre sonra açıklanacak. Ben de bu arada bir ay sonra gireceğim dil sınavına hazırlanacağım. Ailemin yanına dönüyorum. Dil sınavından sonra İstanbul'a dönüp kendime sıfırdan bir düzen kurmak istiyorum. Bu sefer her ne olursa olsun sağlam bir temel oluşturmalıyım. Aksi halde Sisifos'a döneceğim. 


Mayıs ayında görüşmek dileğiyle ❤


Kaynakça

*Varlık ve Hiçlik, Jean Paul Sartre, Çeviren: Turhan Ilgaz, Gaye Çankaya Eksen, İthaki Yayınları.

*Varlık ve Zaman, M. Heidegger, Çeviren: Kaan Harun Ökten, Alfa Yayınları, İlk Baskı Yılı 2018.

*Torino Atı, Yönetmenler: Bela Tarr, Agnes Hranitzky, 2011 Macar Felsefi Drama Filmi.

*Ertesi Zaman, Jacques Ranciere, Çevirmen: Elif Karakaya, Lemis Yayınları. İlk Baskı Yılı: 2016.


Ek: Bu ayın yazısının ritmine uygun olduğunu düşündüğüm parça listesini ekliyorum: bağlantısı burada


Tahta Kalem


Telif Hakkı©2021-2022 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2021-2022 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright notice and links are included. https://tahtakalem01.blogspot.com/


     


İnsanların Ağaçlar Gibi Kökleri Olmadığından Ordan Oraya Savrulup Dururlar

            Apartmandan çıkar çıkmaz kapıda Cihangir Meydan'ın köpekleri karşılıyor beni. İnsan sürekli bir yerden bir yere gidince ve k...