2022/04/13

Aklını Da Yücelere Taşı ki Ruhun Ezilip Dibe Çökmesin

      


     Kadıköy'den Göztepe'ye giden bir otobüsteyiz. Gülibik kuzeniyle konuşuyor. Bu akşam Gülibik'de kalacakmış. Ben telefonda Şilan'la konuşmaya devam ediyorum. Yüksek lisans sınavında seçtiğim soruları paylaşıyorum. O da benimle aynı gün girdiği doktora sınavındaki sorulardan bahsediyor. Birbirimize iyi niyet dileklerimizi ilettikten sonra telefonu kapatıyoruz. Gülibik'in kuzeni çiğ köfte almış. Yememiz için ısrar ediyor. Benim tek lokma daha yiyecek yerim yok. Son günlerde yaptığım yolculuklar ve yaşadığım heyecanlar-bağlantısı burada ve burada- beni yeterince doyuruyor. Duş alıp salondakilerle vedalaşıyor ve Gülibik'in benim için ayırdığı odama geçiyorum. 9-12 yaş grubu ile yaptığım p4c atölyelerinde en çok üzerinde durup tartıştığımız konu arkadaşlık kavramı özelinde "gerçek bir arkadaşı, gerçek bir arkadaş yapan özellikler en temelde nelerdir? sorusu oluyor. Bu soruya farklı farklı zamanlarda yaptığım, farklı farklı 9-12 yaş grubu atölyelerinde aldığım yanıtlarla oluşan bir kesişim kümesi var. O kümenin elemanları:


*bizi seven

*bizimle oynayan

*bizimle bir şeyler yapmak isteyen

*bizi kollayan

*sırlarımızı saklayabilen

*bizi asla üzmeyen

*bizi anlayan

 

     Gülben'e minnettarım. Beni anladığı ve hayatımın bu döneminde beni kolladığı için. Bir de kesişim kümesinde olmayan ve sadece bir 9 yaş grubu katılımcısından aldığım bir cümle var: "gerçek bir arkadaş sana söylemeden seni bırakıp gitmemeli" demişti. Gitmek zorunda olsa da, seninle artık oynamak istemese de sana bunu söylemeden eylemde bulunmamalı. Eğer söylerse daha az acıtırmış. Bir şeyleri açıklık ve netlikle çok dolandırmadan söyleyebildikleri ve insana dair olanı en içten paylaşabildikleri için çocuklarla felsefe atölyeleri düzenlemeyi seviyorum. İnsana dair umudum artıyor.

     Ertesi sabah erkenden uyanıyorum. Yine bir gece önceden hazırladığım kıyafetlerimi giyinip çıkıyorum evden. İstanbul'un gözler önüne serdiği ihtişamını daha iyi görebilmek için vapurun en tepesine oturuyorum. Yaşayan bir sanat eseri bu şehir! Karaköy'de inip Şişhane'den metroyla Osmanbey'e geliyorum yine başım havada. Bu şehri en çok başımı yukarılara taşıyabildiği için seviyorum: 

Bir tek insan soyu yukarıya kaldırır mağrur başını, 

bedenini dik tutar, bakar öylece yeryüzüne.

Dünyevi bir varlık olarak aklını yitirmedikçe, 

bu duruş seni hep uyarır:

"Başını dikip göğü seyreden, alnını açan sen,

Aklını da yücelere taşı ki ruhun ezilip dibe

 çökmesin, dünyevi bedenin göğe akarken."

Boethius:  Felsefenin Tesellisi, 

Çeviren: Çiğdem Dürüşken,

5.Kitap, V; 10-15.

       Bir gün önce oturduğum cafeye geçiyorum. Bomonti Bira Fabrikası'nın hemen karşı çaprazında küçük bir yer. Filtre kahvemi ısmarlayıp elimdeki notlara göz gezdiriyorum. Bugünkü heyecanım dünkü heyecanımın neredeyse iki katı. Çünkü bugün hocalarımın karşısına geçeceğim. Onların sorularını bu defa sözlü bir biçimde yanıtlayacağım. Allahım umarım bu heyecanla bir patavatsızlık etmem, diye geçiriyorum içimden. Felsefe sakinlik ister. Sakin, dingin, açık ve net olmayı bir nebze öğrenebildiysem onun sayesindedir. Ama yine de bazen lank diye çıkan cümlelerim oluyor ☺. Çok komik ve bir o kadar gerçek bir teşhiste bulunmuştu alan dışından bir arkadaş: Sevgili Metin Hoca'nın İstanbul Medeniyet Üniversitesi ile düzenlediği (p4c) Çocuklarla Felsefe Eğitmen Eğitimi Sertifika Programı'nın son gününde, sertifikalarımızı almış Komşu Kapısı Maçka Dayanışma Derneği'nde kutlamalarımızı yapıyorduk. Metin Hoca " aldığınız bu eğitimi nasıl buldunuz? Düşüncenizde nasıl farklılıklar yarattı?" gibi bir soru sordu. Katılımcılardan biri "bu atölyelerin başında sürekli bir şeyler söylüyor, daha çok konuşuyordum. Bu iki ayın sonunda ise daha az konuşmaya başladığımı, daha çok nasıl düşündüğüm üzerine düşündüğümü fark ettim" dedi. Ardından ben söz aldım. Lisans yıllarımın başlarında ben de çok konuştuğumu, ilk yılın sonunda Samsun'dan İstanbul'a geçiş yapınca ve felsefeye dair aldığım ders sayıları arttıkça sesimi kaybettiğimi; ancak  lisansın son yıllarında sevgili Kaan Hoca'nın verdiği güven duygusu ve belirli bir konuda derinlikli okumalar yapmanın verdiği öz güven ile sesimi yeniden kazandığımı, söyledim. Aşağıdaki fotoğraf o günden. Tam 3 yıl olmuş:



     Mülakatım saat 10.15 gibi başlayacak. Bölüme geçiyorum. Mülakata gelenlerle tanışıyorum. 5-6 kişi kadarız. Bir de öğleden sonra gelecek bir grup var. Bir kişi hariç diğerleri farklı üniversitelerden mezun. Lisansı Mimar Sinan olan kişiyle sohbete devam ediyoruz. Benden de heyecanlı biri var karşımda. Kendimi onu sakinleştirmeye çalışırken buluyorum. Yeni mezun olmuş. Gözleri pırıl pırıl ve ürkek. Sıra bana geliyor. Derken tüm hocalar mülakatın yapıldığı sınıftan çıkıp odalarına geçiyorlar. Allahım biran evvel olsun bitsin şu mülakat. Yoksa heyecandan öleceğim. "Kendine gel Roz!" diyorum. "Her ne olacaksa olacak! Sakinle.." diye kendime telkin veriyorum bu sefer. Tam o esnada Bölüm Başkanı Bülent Gözkân elinde kettle ile çay ocağından çıkıp sınıfa giriyor. Ardından diğer hocalar.."Haydaaa.." diyor iç sesim: "Seni çiğ çiğ yiyecekler kızım. Üstüne de çay içecekler" diyor. Bülent Hoca çaydanlığını bırakmış bana sesleniyor. Sıra bendeymiş. "Nefes al Roz! Nefes al! Nefes al! Nefes al!" diyor iç sesim yerimden kalkıp sınıfa, Bülent Hoca'nın yönlendirdiği masaya geçip oturana dek. Tek tek hocalarımla selamlaşıyorum. "Hmm yeni biri var!" diyor beynim, gözümün ilettiği bilgilerden sonra. Bülent Hoca "Rozerin Hoş geldin. Biz seni biliyoruz. Ama yeni hocalarımız var. Kendini tanıt istersen" diyor. Az önce gözümün ilettiği bilgiyi yorumlayan beynim yeni kişiye yönelmemi, söylüyor. Kendini arayan bir benliğin o güne kadar yaptıkları üzerinden kendini tanıtmaya çalışıyor. Ne yaptığımız, kim olduğumuzu göstermiyor mu? Ya da ne yapmadığımız?..Varlık ve Hiçlik buna işaret ediyordu en azından, Özge Ejder'in 20. yy dersinden öğrendiğim kadarıyla.. Ben de başlıyorum yaptıklarımı anlatmaya.. Mehmet Şiray söz alıyor. Önce tangoya devam edip etmediğimi, soruyor ☺. Biraz müzikalden, biraz tangodan ve bütün bunların ruhumu nasıl beslediğinden bahsediyorum. Dün olduğumuz yazılı mülakatta seçtiğim soru özelinde "Heidegger, Nietzche için son metafizikçi diyor. Sence neden böyle düşünüyor olabilir Rozerin?" gibi bir soru yöneltiyor. "Hmm Heidegger öyle mi demiş? Bilmiyorum." diyorum, hafif gülümseyerek. Heidegger'in neden öyle dediğini sahiden bilmiyorum. Neyse, orada bilmiyorum diye de susmuyorum. Sesli bir biçimde düşünerek karşımda oturan beş hocayla düşünce zincirimi paylaşıyorum. Mehmet Şiray'da yorumlayabilmem için soruyu olabildiğince açıyor. Ben de başlıyorum yorumlamaya: "Metafizik! Önce metafiziğin tanımını yapmaya çalışalım. Aristoteles; bir tanımı, tanım yapan şeyin, sınırlarının konulmuş olması olduğunu, söylüyor. Metafiziğin sınırı neresi ki ?" diye soruyorum. Ben hocalarıma bakıyorum. Hocalarım bana bakıyor. Yani metafizik, fiziğin ötesiyse ve sınırını da koyamıyorsak "bu sınıfta bulunan kişi sayısı kadar metafizik var." diyorum. Nietzsche'nin "Tanrı öldü" cümlesi bile gelmiyor aklıma. O kadar da Torino Atı izleyip saatlerce patates yiyen bir baba-kızı sonuna kadar izleyebilme iradesinde bulunmuştum. Üstüne bir de Béla Tarr'ın filmografisi üzerine yazılmış Jacques Ranciere tarafından kaleme alınan Ertesi Zaman kitabını alıp okumuştum. Ah! Onlar da çok üstelemiyorlar. Bülent Hoca biraz Heidegger'in Varlık ve Zaman'ı üzerine sorular soruyor. Ben de bildiğim kadarıyla cevaplıyorum. Ardından Alper Yavuz söz alıyor. "Yazılı sınavda seçtiğiniz acı ile ilgi soruyu sadece Heidegger özelinde yanıtlamışsınız. Diğer filozoflar açısından ele alsaydınız mesela.." derken sözünü kesme düşüncesizliğinde bulunuyor ve onla aynı anda "Descartes" diyorum. O da "evet mesela Descartes özelinde yanıtlayacak olsanız nasıl ele alırdınız merak ediyorum" diye soruyor. Ben yine soluksuz "yook yapamam" diyorum. Öyle bir "yoook" diyorum ki sanki Heidegger babammış ve Descartes özelinde ele alırsam ona ihanet edermişim gibi.. Allah'tan bu içten hayırım hocalarda gülme isteği uyandırıyor da ortam yumuşuyor-en azından benim için 😊-. Bülent Hoca bana "yine de öyle demiyelim" diyor gayet içten. "Ben takım tutar gibi Heidegger tutmuyorum" diyorum. İyi de adam benim neden Heidegger çalıştığımı nereden bilsin ki.. Bülent Hoca da gayet mütevazı bir biçimde "Peki" diyor. Sonra yeni hocalarımızdan Hakan Yücefer söz alıyor. "Siz felsefeye değil de Heidegger'e gelmişsiniz gibi duruyor." gibi bir şey söylüyor. Felsefeye değil de Heidegger'e gelmek de ne demek! Yani sahiden hala anlamlandırmıyorum bu cümleyi. Heidegger bir filozof değil mi? Hem de bir 20. yy filozofu. Onla ilgilenmek doğal olarak felsefeyle ilgilenmek olmuyor mu? Kaldı ki Heidegger çalışmak bir Platon, Aristoteles çalışmaktan daha zor. Çünkü Heidegger çalışmak demek 20. yy'a kadar gelen tüm filozofları okumaya, öğrenmeye, anlamaya çalışmak demek. O an bu cümleleri paylaşamıyorum ne yazık ki. O an ağzımdan dökülen cümleler; felsefe tercihimin bilinçli bir tercih olmadığı, üniversite hazırlık sürecindeyken felsefe öğretmenimin yönlendirmesiyle felsefeyi seçtiğim, Heidegger'le karşılaşana kadar da felsefeye yeterince özen göstermediğim, oysa çok harika hocalarımın olduğu ve onları yeterince değerlendiremediğim; dolayısıyla yine aynı üniversitede, bu sefer farkında bir biçimde, yüksek lisans yapmak istediğim, oluyor. Heidegger'e neden bu kadar ilgi duyduğumu, soruyor. Üniversiteye hazırlık yılımda babamı kaybettiğimi, ölüm kavramının hayatımda büyük bir etkisi olduğunu, ardından Samsun'a felsefe okumaya gittiğimi, ilk yılın sonunda okumak istediğim üç şehrin İstanbul-Ankara-İzmir olduğunu; Samsun'da kalırsam psikolojiden çift anadal yapabileceğimi, ancak gidersem ne olacağını bilmediğimi; dolayısıyla hayatımızda yaptığımız seçimlerin, neyi neden istediğimizin ben de seçim kavramına dair bir merak uyandırdığını ve yine Aristoteles üzerinden olsa da Heidegger'in seçimlerimize işaret etmesinin ben de ilgi uyandırdığını, söyledim. Benim 17 yaşımdan 23'lere kadar hayatımda kırılmalarla etki uyandıran bu kavramları, adamın biri irdelemiş, varoluşun fenomenolojik hermeneutiğini yapmış. Dolayısıyla "ben Heidegger'i seçmedim, onunla karşılaştım. Tıpkı bir logar kapağı gibi..Bu nedenle felsefeyi onunla sevmeye başladım" dedim-"logar kapağı" diye bir şey yok. Rögar kapağı var. Ben logar demek istemiştim ☺- Bu arada lisans bitirme çalışmamı Heidegger üzerine yaptığımı mülakatın başında, kendimi tanıttığım esnada söylemiştim. Zihnimdeki en taze ve kapsamlı bilgilerin Heidegger üzerine olması da soruları seçerken etkili olmuştu.

     Sözlü mülakatı geçmek yetmeyecekti. Sırada bir de dil sınavı vardı. Olur da sözlü mülakatı geçersem okul benden kayıt için dil belgesi isteyecekti. Bu mülakata da taahhütname imzalayarak girmiştim zaten. Yani kesin kayıt tarihine kadar sınava girip dil belgemi teslim edeceğimi; aksi halde hakkımın yanıp bir sonraki kişiye geçeceğini, kabul ettim. Nitekim mezuniyetimin ardından 3 yıl geçmiş ve ben hala dil problemini çözememiş bir vaziyette hocalarımın karşısında duruyordum ve bu iyi bir görüntü değildi. Sonra bu süreçte pek iyi görüntülerde yaşamadığımı hatırlayarak sınavdan geçebileceğimi, söyledim. Hocalarım beni alırlarsa dil sınavını geçip geçemeyeceğimi merak ediyorlardı haklı olarak. Kaan Hoca "sınırda mı kalırsın yoksa iyi bir not mu alırsın?" diye üsteledi. Bazen salt çok önemsediğiniz birisi, size inandığı için kendinize inanırsınız. Lisans bitirme yılımda Kaan Hoca bana inandığı için Heidegger çalışabilmiş ve sunuşumu yapabilmiştim. Dolayısıyla bu üstelemeler beni biraz üzdü. Beni üzen sadece hocalarımın bu konuda ısrarla diretmeleri de değildi. Çünkü bazen insanlar sadece bize değil kendi deneyimlerine cevap verirler. Sonra "yahu ben ne dedim ki ya da ne yaptım ki de bana böyle dedi" diye sorgularken buluruz kendimizi. Belki biz o kişiye kötü bir şey dememiş ya da yapmamış olabiliriz; ama her ne yaptıysak o kişinin hayatında bir yerlere dokunmuşuzdur ve o kişi de bize kendi geçmiş deneyimlerine verdiği ya da veremediği tepkiyi veriyordur dokunduğumuz yerden. Dolayısıyla diğer hocalarımın bu belge konusundaki ısrarlarına verdiğim tepki, benim zaten zamanında yapmak isteyip yapamadığım sonrasında ise yapmaya fırsat bulamadığım bir problemin kendisine verdiğim bir cevaptı. Sordukları soru gayet haklı ve basit bir soruydu; ama ısrarları modumun düşmesine neden oldu. Bülent Hoca geçen yıl da yüksek lisansa online başvuru yaptığımı, ama sınava girmediğimi ve bunun nedenini merak ettiğini, söyledi. Bülent Hoca'nın acayip bir hafızası vardır ve hiçbir şeyi unutmaz. O zaman da henüz dil belgem olmadığı için ve kaldığım evin çıkardığı problemler dolayısıyla bir yandan da devam ettiğim bir işim olduğundan o kadar kısa sürede dil sınavına hazırlanamayacağımı fark edip sınava girmemiştim. Bu kadar detaylı olmasa da dil belgemin olmadığını, bir yandan çalışmaya devam ettiğimden, başvurumun sonrasında doğru bir yıl olmadığına karar verdiğimi, söyledim. Bütün bunlar pek sağlam bir görüntü sunmuyorlardı. Dolayısıyla modum düşük bir şekilde mülakatı tamamlamış oldum. Hocalarımla vedalaşıp çıktım sınıftan. Gülibik İstiklal'e gelecekti. Yol boyunca hızlı hızlı yürüdüm ve sonunda göz yaşlarım adımlarıma yetişti. Ne oluyordu böyle ? Neden dünya biraz olsun sakinlemiyordu? Neden sürekli beni yolumdan uzaklaştıran şeyler oluyordu? Olay dil falan değildi? Olay bendim. Ben yeterince dengede değildim. Olmak istiyor olamıyordum. İşe giriyor girdiğim iş batıyordu. İşe giriyor girdiğim kurum batmanın eşiğine gelip el değiştiriyordu. İşi çözüyordum, deprem oluyor kaldığım evi su basıyordu. Evden çıkıyor yeni bir düzen oluşturuyordum, korona çıkıyor başka olumsuzluklara neden oluyordu. Bu arada yaşam enerjimi diri tutmak adına kredi çekip başladığım yarı zamanlı müzikal tiyatro da korona yüzünden devam etmiyordu. Bu nasıl bir zamandı! Bunlar nedenlerdi ama tek şey bunlar olamazdı. Benim kendi ruhumda dengelemem gereken bir şeyler olmalıydı. Buraya kadar akıntıya karşı yüzmüştüm. Elbette yoluma devam edecektim. Ama önce içimi dengede tutmayı öğrenmeliydim.

     Uçaktayım. Aylardır hazırlandığım sınavlar bitti. Sonuçlar kısa bir süre sonra açıklanacak. Ben de bu arada bir ay sonra gireceğim dil sınavına hazırlanacağım. Ailemin yanına dönüyorum. Dil sınavından sonra İstanbul'a dönüp kendime sıfırdan bir düzen kurmak istiyorum. Bu sefer her ne olursa olsun sağlam bir temel oluşturmalıyım. Aksi halde Sisifos'a döneceğim. 


Mayıs ayında görüşmek dileğiyle ❤


Kaynakça

*Varlık ve Hiçlik, Jean Paul Sartre, Çeviren: Turhan Ilgaz, Gaye Çankaya Eksen, İthaki Yayınları.

*Varlık ve Zaman, M. Heidegger, Çeviren: Kaan Harun Ökten, Alfa Yayınları, İlk Baskı Yılı 2018.

*Torino Atı, Yönetmenler: Bela Tarr, Agnes Hranitzky, 2011 Macar Felsefi Drama Filmi.

*Ertesi Zaman, Jacques Ranciere, Çevirmen: Elif Karakaya, Lemis Yayınları. İlk Baskı Yılı: 2016.


Ek: Bu ayın yazısının ritmine uygun olduğunu düşündüğüm parça listesini ekliyorum: bağlantısı burada


Tahta Kalem


Telif Hakkı©2021-2022 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2021-2022 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright notice and links are included. https://tahtakalem01.blogspot.com/


     


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İnsanların Ağaçlar Gibi Kökleri Olmadığından Ordan Oraya Savrulup Dururlar

            Apartmandan çıkar çıkmaz kapıda Cihangir Meydan'ın köpekleri karşılıyor beni. İnsan sürekli bir yerden bir yere gidince ve k...