2021/12/19

Harekette Bereket Vardır

    


    Bildiğim yollar, her gün yürüdüğüm sokak, evdeki eksikleri tamamlamak için uğradığım bakkal, görmediğimde "başına bir şey mi geldi acaba?" diye merak ettiğim mahallenin topal köpeği Cesur, Asmalı'dan Tepebaşı'na uzanan tarihi binalar ve İstiklal'in obez kedileri.. Hepsine veda edecektim-en son kaldığımız yerin bağlantısı burada -. 

     Bir gün canım Elif bana kahvaltıya geldi. Ona, evden çıkmak istediğimi ve Mimar Sinan Üniversitesi'nden bir arkadaşımın, arkadaşlarıyla açtığı "feminist bir ev için dayanışma" adlı bir ev arkadaşı bulma sayfası üzerinden bulduğum ilanı gösterdim. Ev çok ama çok güzeldi. Tarihi bir binadaydı. Evde iki kişi yaşıyordu. İlanı paylaşan kişi ise Tahta Kalem'in Şubat Yazısı'nda-bağlantısı burada- bahsettiğim dönemlerde-2016 yazında- odasını tuttuğum Özge'ydi. Evin kirası, faturalar dahil, aylık 2000 TL'ydi. Benim o dönem ayırdığım bütçe ise 1500 TL'ydi. Ama yine de gidip evi görmek istedim. Elif de daha fazla düşünmemem ve her ne kadar evimin tüm tadilatı bitmiş olsa da evden çıkmamın bana daha iyi gelebileceğini düşündüğünden Özge ile bir an evvel görüşmemi söyledi. "Harekette bereket vardır" mantığıyla ben de düştüm yollara. Elif'i yolcu ettikten sonra evi görmeye gittim; fakat bir sürprizle karşılaştım. Özge'nin ev arkadaşı bir erkekti. Alman bir doktora öğrencisiydi. Aslında doktorasını İngiltere'de yapıyormuş ama tez konusu dolayısıyla pandemi süresince derslerin online'a dönmesini fırsat bilerek bir dönem Türkiye'de yaşamaya karar vermiş. Cihangir'deki bu harika binadan bir ev tutmuş:


      Özge de bir arkadaşı aracılığıyla tanışmış Friedrich ile-ancak kendisine Fikret dememizi istiyordu. Kendine seçtiği Türk ismi bu. İnsanlar telaffuz ederken zorlanmasın diye ☺-. Ama ben feci halde kararsız kaldım. Bir erkekle daha önce ev paylaşmamıştım. Bir de İstanbul'daki ailem -Leyla ablam ve Sait eniştem- durumu nasıl karşılarlardı? Sonuçta mutlaka iki-üç haftada bir de olsa ya ben onlardaydım ya da onlar gelirlerdi Avrupa yakasına.. Bilmiyorum kafam karışmıştı yani. İçinde büyüdüğüm ailenin değer yargılarında tanımadığımız bir erkekle ev paylaşmak yoktu. Her ne kadar neredeyse 7 yıldır ailemden uzakta yaşamış ve kendi değer yargılarımı oluşturmaya başlamış olsam da bu durum benim için üzerinde derinlemesine düşünmem gereken bir konuydu. En nihayetinde iki hafta kadar düşündükten ve Leyla ablamla durumu paylaştıktan sonra Özge ile konuştum. Özge ise Fikret'den yana bir kaygımın olmaması gerektiğini, gayet kendi halinde biri olduğunu, söyledi. Özge'nin sıkı bir feminist olması Fikret'in ise kafamda çizilmiş olan Alman imajının-genellikle soğuk kanlı oldukları söylenir ya- aksine olabildiğince sıcak kanlı ve samimi olması ve ev için ayırdığım bütçenin faturalar dahil 1500 TL olduğunu söyledikten sonra beni kabul etmesi, ablamın ise "biz sana güveniyoruz sen de kendine güveniyorsan kimseden onay beklemene gerek yok" diyerek beni iteklemesi, sonunda kurduğum düzenden çıkıp bu harika eve taşınmamı sağladı. Evin en sevdiğim kısmı ☺:


       Elif bana kahvaltıya geldiği gün her zamanki gibi tango'dan tiyatroya, oradan kişisel hayatlarımıza varan sohbetlerin birinde Harika Uygur adlı bir cast direktöründen bahsetmişti. Ben de müzikal eğitimimiz askıya alındığından oyunculuğuma yatırım yapmak adına bahsettiği atölyelerden birine kayıt oldum. Elif atölyelerin pahalı olabileceğini söylemişti; ama pandemi denilen bir gerçek de vardı. Bu nedenle dersler online'a alınmış bu durum da atölye ücretlerini düşürmüştü. Bu zamanı da fırsat bilerek iki günlük bir atölyeye kayıt yaptırdım. Yeni evime taşınmıştım; ama eski evimde hala eşyalarım vardı. Ev ile sözleşmemin bitmesine daha beş gün vardı. İşten de çıktığım bir dönem olduğundan her gün çıkıp Maçka'da yürüyüş yapıyor dönüş yolunda eski evime uğruyor atmam gereken eşyaları elden çıkarıyor gerekli eşyaların paketlemesini yapıp taksiyle Cihangir'e geliyordum. Tepe Başı'ndan Cihangir'e 15-20 dakika sürüyordu. Kitaplarım çok fazlaydı. Hatta bir gün duraktan gelen taksicilerden biri "yazar mısınız?" diye sordu. (Kendi hayat hikayemi yazdığım doğru ☺) Sonra kapımı kilitleyip yeni yaşam alanıma gidiyordum. Bir gün de taksici, evimden Gustav Klimt'in 70'e 80 ebatında olan "İlk Öpücük" adlı kanvas tablosu'nu çıkarırken ressam olup olmadığımı, sordu. Yeni yaşam alanıma bırakılınca "Orası atölyeniz miydi?" diye soran da ☺ "Ne'ydim ben?" Ne mühim bir soruydu bu herkes için. Herkesin öznesi yoktu. Fenomenoloji sağ olsun, ben ise ne'liği bırakalı çok olmuştu. 

     Eve taşındığımın ikinci günüydü sanırım Harika Uygur'un atölyesi başladı. Atölye'nin adı Ivana Chubbuck Method Atölyesi'ydi. Ivana Chubbuck:

       1953 yılında Detroit, Michigan, ABD‘de doğmuştur. Babası Naziler’den kaçarak Amerika‘ya yerleşmiş bir Musevidir. Hayata karşı gerçek bir “survivor” olabilmek için ismini verdiği bir teknik geliştirmiş. Bu teknik ile acıların sadece yıkıcı değil, doğru yönlendirilirse yapıcı olabileceğini anlatıyor. Brad Pitt‘ten Halle Berry‘ye Hollywood‘un en ünlü yıldızları, rollerine onun öğrettiği yöntemle hazırlanıyor. Kendisini “terapist, falcı, oyuncu ve yaşam koçu” olarak tarif ediyor. Aynı zamanda "Aktörün Gücü" adlı kitabın yazarıdır.

"Herkese kusurlarıyla barışmalarını öneririm. Bizi ilginç ve farklı kılan hatalarımızdır." diyen, Davranış Bilimleri ve Antropoloji mezunu bir oyuncu koçu olan, Ivana Chubbuck'ın geliştirdiği method atölyesini 1-2 Şubat tarihlerinde Harika Uygur aracılığıyla deneyimledik. İnsanın kendini keşfetmesinin binlerce yolu var. Atölyenin başında bir otomatik yazı çalışması yaptık. Ardından Harika Uygur karşımıza kimin çıktığını sordu. "Bana güvenmeni istiyorum. Çünkü..." şeklinde başlayan bir cümlenin devamında yine otomatik yazı yazdık. Elimizi kağıttan kaldırmadan ve duraksamadan otomatik olarak yazma faaliyetinde bulunduk. Sahiden sonunda ortaya çıkan şeyler şaşırtıcı olabiliyor; ama ben çok küçük yaşlardan beri yazmayı seven biri olduğumdan karşıma çıkan şeyler de bildiğim şeylerdi. En nihayetinde sıra bana geldiğinde karşıma yine kendimin çıktığını, söyledim. Harika Uygur ise benim bir ermiş olmadığımı ya da kendime en büyük kötülüğü kendimin yapmış olamayacağını, dolayısıyla mutlaka hayatımda beni inciten bir şeylerin ya da birilerinin olması gerektiğini, söyledi. Ben ise elbette birilerinin olabileceğini; ama sorunların çözümünün yine kendimde olacağını düşündüğümden kendim dışında kimseyi göremediğimi, söyledim. Harika Uygur olabildiğince açık sözlü birisiydi. Tavrı başlangıçta beni rahatsız etse de sonlara doğru ne yapmaya çalıştığını anladım. En hassas noktamızı yakalamaya çalışıyordu. Çünkü en çok en hassas noktamızda verdiğimiz tepkilerle kendimize yaklaşıyorduk. Ya da Heidegger'in deyimiyle sahih oluyorduk-Bu konu hakkında Tahta Kalem'in Mutluluk Herkesin Mutluluğu, Acı Senin Acın başlıklı yazısında yer alan Heidegger'in Varlık ve Zaman adlı eserinden hareketle hazırladığım bitirme çalışması üzerine yazılmış blogu okuyabilirsiniz: bağlantısı burada-. En nihayetinde birçoğumuzun-neredeyse hepimizin- hassas noktasını buldu. Ne yazık ki birçoğumuzun hassas noktası baba kavramıydı. Ya çok seviliyordu ve hayatta değildi ya da hatırlanmıyordu, çok etkin değildi; dolayısıyla kimliğimize işlemişti, kendi kendimizin babası olmuştuk. Hatta etrafımızdakilerin de.. Sonunda tüm seçimlerimize etki etmişti. Sahiden bu çalışmadan sonra baba kavramı üzerine bir tez yazılabilir. Her birimize atölye başlamadan evvel verilmiş tiratlar vardı. Benim tiradım Gönül Yarası filminden Piraye'nin tiradıydı. Piraye'nin babasıyla konuştuğu bir sahneden- Mobil üzerinden bloga giriş yapıldığında paylaştığım youtube videoları görünmeyebildiğinden buraya linkini de ekliyorum-bağlantısı burada- (2.10)'da Piraye'nin tiradı başlıyor:

      Harika Uygur bana da sorduğu sorular özelinde babamın hayatta olmadığını öğrenmiş bulundu. Tiradı okurken karşıma babamı koyabileceğimi söyledi. Aksi halde ezber bir oyunculuk sergiliyor olacaktım. Chubbuck'ın methoduna göre karşımda kendi hayatımdan duygu, deneyim, kişi ya da kişilerin olması daha özgün olmamı sağlayacaktı. Ben karşıma babamı koymak istemedim. Babamı elbette seviyordum ve 17'li yaşlarımda onu kaybettim. Elbette onu kaybetmek acayip büyük bir acıydı; ama onu hep komik bir insan olarak hatırlıyorum. O beni asla kırmadı. Oysa yukarıda paylaştığım üzere Piraye, babasına öfkeliydi. Dolayısıyla karşıma babamı koymak istemediğimi söyledim. Ama sorduğu sorular ve Türkiye'den ve dünyanın farklı yerlerinden bu online atölyeye katılmış farklı yaş gruplarındaki tanımadığım kadınların karşısında babamı, henüz ben beşinci sınıftayken başlayan unutkanlığını ve ben lise sonlardayken aramızdan ayrılışını paylaşmak sesimin tonuna yansıdı ve en nihayetinde gözlerimden akan yaşlara neden oldu. Hatta günün kalanında Harika Uygur'a sövdüm bile diyebilirim. Çünkü cv'mde yazan birçok eğitimin güç arayışında olduğuma işaret ettiğini, söyledi. Elbette güç arayışındaydım. Hayallerimin peşinden gidiyordum ve tek başımaydım. Bu yol zorlu bir yoldu ve güçlü olmalı, kendime iyi bakmalıydım. Dolayısıyla bana güzel şekil verebilecek insanları aradım. Onlardan alabileceğim eğitimleri aldım. Bitirdiğim okullar ve aldığım sertifikalar hayallerime giden yolda güzel şekil almak ve sırası geldiğinde güzel şekil verebilmek içindi. Ama dedim ya acayip açık sözlü bir kadın vardı karşımızda ve asla incitmekten korkmuyordu. Dolayısıyla Chubbuck pek çokları için tehlikeli bulunabilecekken pek çokları için de faydalı bulunabilecek bir yöntemdi. Bu da kendimizi ne kadar tanıdığımız ve kendimize ne kadar dürüst olduğumuzla alakalıydı bence. Atölyeden sonra üstünden koca bir tır geçmiş ben:


      Atölyenin ardından önce Maçka'ya yürüyüşe, ardından eski evime, kalan kolileri düzenlemeye gittim. Yürüyüş esnasında gözlerim dolup dolup taştı. Bir yandan sövdüm bir yandan yürüdüm. Bir yandan da karşıma kimi koyacağımı düşündüm. Eve geçtim yemek yaptım ve birden bire eksik daire geldi aklıma. Ama gelmesiyle birlikte beynim sil tuşuna basmak istedi. Korktum. Onu düşünerek frekansımı değiştirmek istemedim. Onu düşünmek beni yoruyordu. Karşıma kimseyi koymadan ezberimi yaptım ben de. Ertesi sabah erkenden uyandım. Atölye 9'da başlayacaktı. Kahvaltımı hazırlarken onu düşünmekten bile korkmanın onu hala aşamamış olduğumun bir göstergesi olduğunu düşünerek atölye esnasında onu karşıma almaya karar verdim. Harika Uygur "yine karşına kendini mi koyacaksın Rozerin" diye başladı dünkü mizacıyla. Ben de "hayır eski erkek arkadaşımı koyacağım" dedim. Ne kadar süredir ayrı olduğumuzu, sordu. Aslında nereyse son iki yıldır ayrıydık; ama bir şekilde bir araya gelmeye devam ediyorduk. En son dört ay önce görüştüğümüzü ve kesinlikle ilişkimizi bitirdiğimizi, söyledim. Ona karşı beslediğim duygunun taze olup olmadığıyla ilgilendiğinden soruyordu bu soruları. "Onu hala seviyor musun ve neden ayrıldınız?" diye sordu. Onu hala çok sevdiğimi; ama hayatıma saygı duymadığı için ona olan saygımı yitirdiğimi ve artık çabalamadığımı, söyledim. Ardından tiradıma başladım. Sonrasını ne siz sorun ne de ben söyleyeyim aa dostlar. Aradaki fark anlatılamaz yaşanırdı ve kesinlikle oynamıyor yaşıyordum. Bu method sizden kurban rolünde olmanızı istemiyordu. Kazanan olmalıydınız; ama önce dürüst. Kendinize ve sizi izleyenlere dürüst olmak. Her kelimenizin ve her duraksamanızın ardını doldurmak. Bakmak değil, görmek. Ne istediğinizi biliyor olmalı ve karşı taraftan "bana .....'yı vermeni istiyorum" diyebilmeliydiniz. Böylece karşı tarafa da etkin olması, yapabileceğini yapması ve sözünü söylemesi için fırsat vermiş oluyordunuz. Sözünüz bitince oyunculuk bitmiyordu. Bir alma ve verme dengesiydi ve dengede olmanız esastı. 

     Atölye'den sonra Harika Uygur Kürtçe bilip bilmediğimi sordu. Kürt bir yönetmen ile çalışıyormuş. Netflix için bir dizi ya da filmden söz etti. Malesef anlayabildiğimi ama konuşamadığımı, söyledim. Yine de aklında olacağımı, söyledi. Aklında olup olmadığımı bilmiyorum; ama hayatımda yeni bir başlangıcın hareket ettiricisi oldu. Atölyeden sonra evdeki son parçaları alıp anahtarı teslim etmeye gidecektim. Tam o esnada bunca zaman çok etkin olmasa da hayatımda bir şekilde yer alan eksik daireyi aramaya karar verdim. Ama kendisine ulaşamadım. Yeni eve doğru giderken birkaç çiçek aldım. O esnada eksik daire yazdı. Eve geçip aradım kendisini. Bugün yaşadığım bir deneyim sonrasında bu hayatta en çok ona kırıldığımı farkettiğimi, söyledim. Anlamaya çalıştığımı ama anlayamadığımı ve neden beni bu kadar kırdığını, sordum. Bu sorunun cevabının hayatımın kalanında alacağım kararları etkileyeceğini dolayısıyla lütfen dürüst olmasını, rica ettim. O da içinde bulunduğu imkanlar dolayısıyla hayatın onu bencil bir insan yaptığını, aslında birlikte olabileceğimizi; ama benim de bu durumda salt onunla ilgilenmem gerektiğini, ancak benim hayallerimin olduğunu, asla sadece onunla ilgilenmediğimi, söyledi. Yaklaşık bir saat konuştuk. Sonunda kuş kadar hafiftim. Bir şeyler değişmişti, hissettim. Tahta Kalem'in Şubat yazısını-bağlantısı burada- yazmaya devam ettim. 

       Özge yemek yapmayı çok seviyordu. Ben de olabildiğince boş zamanın etkisiyle yemekler yapmaya başladım. Cheesecake Özge'den, ıspanaklı börek benden. Fikret de yemeklerimizi tadıp ne kadar güzel olduğunu söylüyor ve bizimle harika sohbetler ediyordu ☺:

        


        
           

        Gündemimde yüksek lisans vardı. Dolayısıyla okumalarım ve çalışmalarım çoğunlukla felsefe ve dil sınavına yönelikti. Bu günlerin birinde eksik daire yine, yeniden aramalarına başladı. 2016'dan beri birbirimizin hayatındaydık. Birbirimize çok şey kattık ve birbirimize çok kırıldık. Bir şeyleri değiştirmek için çok geçti. Onunla daha çok vakit geçirmek varken tezimi, işimi ve ödemelerimi düşünüp hayallerimin peşinden gittiğim için kendimi suçlayamazdım. Bütün bunları yapmak için uğraşırken onu kendi başına bıraktığımda yaptıkları için de onu suçlayamazdım. Aynı yöne bakmıyorduk bu ikimizin de suçu değildi. Bir şekilde bir araya gelmiş ve kopamamıştık. Ama yol da almıyorduk. Dolayısıyla artık bu yap-boz'a son vermeliydik. Epey uzun bir zaman aldı. Ama zaman, bunun da bir şekilde üstesinden gelecekti. 

     Şubat 2021'de taşındığım bu evden Nisan ayında ayrıldım. Çünkü çalışmıyordum. Yaz yaklaşıyordu ve ailemin yanına gitmeye karar verdim. Hem ailemle bolca vakit geçirecek hem de yükseğe ve dile sakince hazırlanabilecektim. Nitekim Fikretlerin evinde hazırlandığım dil sınavından başarısız olmuştum. Ailemin yanına gitmeden önce bir müddet İstanbul'daki ablamın evinde kaldım. Orada da bir dil sınavına girdim. Ve yine başarısız oldum. Sonunda Adana'ya doğru yola çıktım. 

Ocak'ta görüşmek dileğiyle, 

Ancak yazabildim Aralık ☺

Ek: Bu ay dinlemekten keyif aldığım ve neredeyse son bir aydır İstanbul'a durmadan yağan yağmurun etkisiyle dilime dolanan parça: Bertuğ Cemil'den Yağmur bağlantısı burada:



Tahta Kalem

Telif Hakkı©2020-2021 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2020-2021 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright notice and links are included. https://tahtakalem01.blogspot.com/


      

 

        

      

İnsanların Ağaçlar Gibi Kökleri Olmadığından Ordan Oraya Savrulup Dururlar

            Apartmandan çıkar çıkmaz kapıda Cihangir Meydan'ın köpekleri karşılıyor beni. İnsan sürekli bir yerden bir yere gidince ve k...