2021/07/31

Sadece Aşıklar Hayatta Kalır

     Ne çok terk etmek zorunda kaldım ailemi, arkadaşlarımı ve sevdiklerimi.. İyi bilirim o yüzden sevip de gitmeyi. Ne kadar zor olduğunu; ama aksi halde yaşamanın da mümkün olmadığını. Eğer bir itkiyle doğdunuzu düşünüyorsanız, kendinizi bildiğinizden beri sizi harekete geçiren bir itki varsa eğer içinizde bir yerlerde, beni anlarsınız. Aksi hâlde sadece saçmaladığımı düşünebilirsiniz. Sorun yok. Buraya biraz da saçmalamaya geldim; ancak sadece saçmalamaya değil. Yaşam süzgecimde kalanları yorumlamaya devam ediyorum. Artık her ayın birine doğru çok ama çok heyecanlandığımı fark ediyorum. İyi geliyor bana ayda bir dönüp bakmak, bakıp yorumlamak, yorumlayıp yazmak ve yazdıklarımı paylaşmak. Yani zihin akışımı herkese açık bir biçimde somut olarak görmek.

     Ben de bir itkiyle doğmuştum. Mesela tiyatro yapmak itkisiyle, dans etmek itkisiyle, şarkı sözleri ve şiirler yazmak ve tek başımayken bağırarak söylemek itkisiyle, kendimi kendim gibi sunabileceğim insanlara denk geldikçe onlara bestelediğim parçaları söylemek itkisiyle, okumak itkisiyle, öğrenmek itkisiyle, aramak itkisiyle, peşinden gitmek itkisiyle..Ama işte bazen aradığınız şeyler bulunduğunuz yerlerde olmayabiliyor. Heyecanlanmak istiyorsunuz mesela, bazen heyecanlandırmak insanları; ama sizi yeterince heyecanlandıracak ya da heyecanınıza ortak olacak kişi sayısı çok az olabiliyor. Ve siz bu itkileri söndürmek yerine bu itkilerden kurulu bir yaşam oluşturmayı tercih edebiliyorsunuz-tıpkı benim gibi-.

    Evet yine geldik tercih meselesine. Çok mühim! Öyle ki beni senden, seni benden ayırıyor. Evet sadece adımız yetmiyor bu ayrım için. Ben de bir tercih yaptım ve bu itkilerden bir yaşam oluşturmaya karar verdim. Çünkü boyumdan büyüktü bütün bunlar. Büyümem gerekiyordu benim de. Ancak ailemden uzakta olursam büyüyebileceğimi düşünmüş olmalıyım ki, liseden sonra kesinlikle doğduğum şehirde kalmak düşüncesi aklımın ucundan bile geçmedi. Gitmek istedim ve gittim. Ne mutlu ki ailem de beni destekledi. Ağlayarak çıktım evden ve yedi yıldır her gelip gittiğimde hâla boğazım düğümleniyor. Ailemi çok seviyorum; ama gitmem gerekiyor. Dedim ya, bu öyle bir itki. Düşünsenize ilkokuldan her eve gelişinizde parmak uçlarınıza çıkıp dans etmeye çalıştığınızı. Bir yerden sonra, birçokları gibi, ben de bıraktım parmak uçlarımda dans etmeye çalışmayı. Canım acıyordu çünkü. Ama dans etmeyi bırakamadım. Ya da dans beni bırakmadı. İtkimin peşinden gittim ve hayatıma Arjantin Tango girdi. 2013'ten beri yeniden parmak uçlarıma çıkmaya başladım-topuklu ayakkabılar sağ olsun ☺-.

     Tiyatro, tüm bu itkilerin temelindeki itkiydi aslında. Henüz 5,5 yaşımdayken tiyatro, folklor ve müzik kursuna başlamıştım. Hafta sonları kuzenimle birlikte gittiğimiz bir kurstu. Sürekli yüzümü boyayıp annemin elbiselerini giyip taklitler yaptığım için aile büyüklerimiz tarafından tarafından fark edilmiş Mine ablamdan aldığım cesaretle ve Murat amcamın sponsorluğunda kuzenimle birlikte tiyatro, folklor ve müzik kursuna gönderilmiştim. Başlangıçta "Yaşı çok küçük. Bir hafta gelsin sıkılır" demişlerdi, ama ben dört yıl gittim. Oyunlar oynadığımız bir kurstu işte, ama taa o zamandan beri sahnenin ne kadar büyüleyici bir yer olduğu fikri yer etmişti beynimin derinliklerine. Belki dönüştürmek istediğimde, belki fark ettirmek istediğimde, belki heyecanlanmak ya da heyecanlandırmak istediğimde, oradan daha iyi bir yer göremediğimdendir bu itkimin kaynağı, bilmiyorum. Peşinden gidiverdim işte. En son kaldığımız yerde-bağlantısı burada- tiyatroya yeniden başlamak istediğimi, yazmıştım. Sonunda ormanda, ağaçların arasında bir görünüp bir kaybolan bu kelebeğin peşinden gittim.

     Eylül geliyordu ve o Eylül daha gelmeden ben de heyecan oluşturmaya başlamıştı bile. Heyecanım yaptıklarımdan oluyor benim. O yaz sahiden çok güzeldi. Ailemle dolu dolu vakit geçirmiş, canım Hazal'la kısacık da olsa ağız dolusu güldüğümüz bir tatil yapmış, Arjantin Tango Eğitmenlik Sınıfı'yla Ayvalık'ta Vals Kampı'na katılmış, evimi su basmış olsa da kendime ait olan bir dünyayı hayatta tutmaya çalışmış olduğum bir dönemden bahsediyorum. "Evet yerin yarısına şimdiden girdim bile tuttuğum bu evle, ama ne olacak ki? Zaten ya Çocuklarla Felsefe Atölyeleri için ya Arjantin Tango için ya da lisedeki derslerim için koşturuyor olacağım" diyerek kendimi motive ediyor, sağlığıma iyi gelmediğini fark etmekle birlikte-evin havadar olmamasından ötürü- kurduğum bu basit düzende yaşayabiliyor olmanın verdiği güçle hayallerimin peşinden gitmeye devam ediyordum. 

     Okullar başladı. Yine aynı kolejin aynı kampüsünde çalışıyordum. 10, 11, ve 12. sınıfların Felsefe Dersi'ne giriyordum. Mesleğimin başında olduğumdan, daha büyük görünmek için sürekli kumaş giyme hâlinden de kurtulmuştum. Arada bir güzel oluyordu, ama ben sürekli kumaş giyen biri değildim ki. Bu durum öğrencilerime de yansıdı. Ben rahattım; çünkü ben, bendim. Alakasız renkleri bir araya getirmekte üstüme yoktu ve bu durum beni özgür kılıyordu. Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordum. Lisede haftada üç gün çalışıyordum. Ders hazırlığımı çoğunlukla Türk-Alman Kitabevi'nde yapıyordum. Bir yandan kahvemi içip bir yandan MEB ve çalıştığım okulun kendi materyallerini inceliyordum. Ardından uyarıcı bulamaya çalışıyordum. Bir metin, hikaye, tartışmayı başlatacak bir gündelik hayat deneyimi-öğrencilerin kendilerinden de örnekler istiyordum-, video ya da film..Derslerde çoğunlukla bir önceki ders kaldığımız yeri hatırlıyor, o zamandan yarım kalan bir konu ya da tartışma varsa onu tamamlıyor ya da bazen orada bırakıyor; ama sonrasında kendilerinin konunun üzerine gitmelerini sağlayacak kitap ya da film önerileri paylaşıyor, ardından yeni konuya girişle birlikte yeniden kendimizi tartışmanın ortasında buluyorduk. Harika bir ortam. Öğrencilerin hazır bulunuşluklarıyla birlikte, ders saati vs. birçok etmen olmasına rağmen, sahiden iyi uyarıcılar bulabildiğimde, kimi sınıflarda harika tartışmalar ortaya çıkıyordu. Tabi bu hazır bulunuşluklarına etki eden birçok faktör vardı. Felsefe süreklilik istiyordu mesela. Felsefeyi salt üniversiteye giriş sınavındaki soru sayısına göre değerlendiren öğrencilerle-ki bu durumun ortaya çıkmasında Felsefe'yle çok geç tanışmalarının etkisi büyük- bu tartışmaları yapmak epey zor olabiliyordu; ancak dersin başında değilse bile, bir yerinde, bedenen orada ama ruhen orada olmayan öğrencinin gözlerine merak pırıltısı düştüğü ânı görmenin heyecanı anlatılamaz. 

     Arjantin Tango Eğitmenlik sertifikamızı almıştık. Henüz kendimi bir tango eğitmeni olarak görmüyordum. Elbette günün birinde bir başlangıç sınıfı açacak ve bugüne kadar öğrendiklerimi birilerine aktaracaktım; ancak gidilecek bir dünya yol vardı: Başka ülkelerdeki festivaller, eğitmenler, onların atölyeleri vs. Tanışacağım her insanla yapacağımız dans bir diğerinden farklı olacaktı mesela. Sadece bu durum bile yolun ne kadar uzun olduğunu göstermeye yetiyordu. Ama işte bir yerde durup aktarmak da gerekiyor. Süzgecimizde kalanlar böylece daha görünür oluyor-şahsi bir görüş-. Hele bir de o aktarımlar başka insanları ve duyguları harekete geçirdiğinde! Bu sihir değildir de nedir? İşte bu yüzden tam olarak beş-altı ay sonra bir sınıf açma girişiminde bulunacaktım. O kısmını o kısım gelince aktaracağım. Şu an Eylül 2019'dayız.

     Leyla ablama-kendisi İstanbul'da yaşıyor- geçtiğim günlerden birinde, sohbet muhabbet arasında telefonda geziniyorum. O sırada karşıma Bahçeşehir Üniversitesi'nin yarı zamanlı bir konservatuar programı olan Müzikal Tiyatro Akademisi'nin tanıtımı çıkıyor. Bölüm yeni açılıyor. Şöyle bir inceleyip ablama gösteriyorum. Ardından "neyse ya özelmiş zaten" diyorum ve sohbete kaldığımız yerden devam ediyoruz. Derken Sadri Alışık'ın seçmelerinin çalıştığım güne denk gelmesiyle- izin falan da almak istemiyorum- aklıma Bahçeşehir Üniversitesi geliyor. "En azından seçmelere girer seçme deneyimi yaşamış olurum. Hem evime de yakın" diyerek başlıyorum hazırlanmaya. Şişhane'de yürürken sevgili Hakan Pişkin ile karşılaşıyorum. Tahta Kalem'in Haziran Yazısı'nda-bağlantısı burada- bahsetmiştim. Monolog konusunda kendisine danışıyorum. Bana birkaç monolog gönderiyor. Okuyorum. Zaten bütün bir yazı bir yandan Shakespeare Oyunları okuyarak geçirmişim-kaynakça kısmına o yaz okuduklarımı ekliyorum-. Ancak hâla seçim yapabilmiş değilim. Bir yandan daha fazla monolog görmek adına farklı yazarların oyunlarından monologlar içeren 100 Monolog adlı kitabı okuyorum-sanırım bu kitabı, tiyatro okuma hevesimi anlattığım Ayvalık'taki Vals Kampı'nda, canım Elif önermişti-. Derken Gogol'a geçiş yapıyorum. Bir Evlenme adlı kitabını okuyorum. "Aman Yarabbim... Karar vermek ne güç şeymiş..." diye başlıyor monolog. Giriş cümlesiyle beni kalbimden vuran Agafya'nın monoloğuyla seçmeye girmeye karar veriyorum- Korona sürecinde, ailemin yanına gelince, notlarımı düzenlerken, aslında bu monoloğu yıllar öncesinde seçmiş olduğumu fark ediyorum. Çok garip: Lisedeyken hazırlandığım bir seçmede, seçenekler arasına koyduğum monologlardan biri de buymuş. İnternette monolog ararken bulduklarımdan biri. Henüz kitabını okumadan şöyle bir okuyup olabilitesi olan monologlar arasına koymuş, ardından o zaman ki tiyatro hocam sevgili Turgut Ezgütekin'in sözünü dinleyerek, getirdiği monologlara hazırlanmışım-. 

     Notaları olan bir müzikal parçası bulmalıyım. Seçmelerde istenen ikinci madde bu. Üçüncüsü ise dans. Kadıköy Emek Tiyatrosu'nun kurucusu sevgili Pınar Yıldırım'ı arıyorum. Kendisiyle Kadıköy Tiyatrolar Platformu aracılığıyla tanıştım. Mezuniyetten sonra katıldığım, bir dönem süren, Benim Komşum Tiyatro adlı programda hocamızdı. Yönetmenliğinde Nâzım adlı oyunu çıkarmıştık. Yarı zamanlı bir Müzikal Tiyatro Akademisi'ne başlamak istediğimi ve seçmelere hazırlandığımı; ancak henüz parçamı seçemediğimi, seçmelerde kulağımızın iyi olup olmadığına bakacaklarını ve bu konuda bana yardımcı olabilecek birini aradığımı, söylüyorum. Emek Tiyatrosu'nda bir oyuncu olan Caz mezunu bir arkadaşına yönlendiriyor beni. Hafta sonu düşüyorum yola. Karşıya, Kadıköy'e, sevgili Gizem Dinç'in evine gidiyorum. Çok içten bir şekilde karşılıyor beni. Sanırım o an yeryüzünde meleklerin olduğuna dair inancım oturuyor. Gizem'le daha önce hiç karşılaşmadım. Hiçbir oyununu izlemedim. (Umarım içinde bulunduğumuz bu salgın döneminden kurtuluruz ve sahnelerimiz nefes alır. Böylelikle bahsettiğim bu harika iki güzel insanın-Pınar Yıldırım ve Gizem Dinç- yer aldığı Marat Sade adlı oyunu-bağlantısı burada- canlı canlı izleyebiliriz.) Ve bu harika insan, şu an beni evine davet etmiş sınavda kulak konusunda dikkat etmem gereken noktaları söylüyor. Bir iki deneme yapıyoruz. Sonra benden sevdiğim herhangi bir parçayı söylememi istiyor. Söylüyorum. Ardından seçmeler için sesime yakın olduğunu düşündüğü parçaları paylaşıyor. Fiddler on the Roof  ve Singin' in the Rain müzikallerini izlememi öneriyor. İzliyorum. Her ikisine de bayılıyorum. Özellikle Fiddler on the Roof'da gözyaşlarım sel oluyor. "Manyak mısın kızım sen? Daha bu iki müzikali bilmeden, müzikal seçmelerine mi başvuruyorsun?" diyebilirsiniz. Ama inanın bana bazen her şeyi de bilmek gerekmiyor; eğer ne'yi istediğinizi biliyorsanız! Ve en azından isteğiniz için elinizden geleni yaptığınızı ve yapmaya devam edeceğinizi düşünüyorsanız. Çok şükür ki ben, sonunda, Felsefe ile birlikte Müzik-Dans ve Tiyatro'nun hayatımda daim olmasını istediğimi biliyorum. Çünkü ben bunlarla besleniyorum ve bunlarsız bir hayatı artık düşünemiyorum. Zaten kendimi bildim bileli kendi kendime dans ediyorum, şarkı sözleri ve şiirler yazıp duruyorum. Paramı bütün bu alanlar hakkında aldığım eğitimlere, 2013'ten beri de milongalara-Arjantin Tango'nun yapıldığı mekanlar- harcıyorum. "İyi ki de böyle yaptım" diyebiliyorum. Ailem onlardan uzakta olduğum için, lisans hayatım boyunca İstanbul'da yaşamamı sağlayacak gerekli yaşam masraflarımı elbette karşılıyorlar. Sonrasında da her ihtiyaç duyduğumda imkânları ölçüsünde destek oluyorlar. Onlardan daha fazlasını isteme hakkını kendimde görmüyorum. Benim ailemde Arjantin Tango yapan kimse yok. Ya da müzikal tiyatro.. Lisans hayatımın başından beri "Bunlar-dans, tiyatro- benim ilgi alanlarım ve bunlardan kaynaklanan harcamalarımı kendim karşılamalıyım" diye düşünüyorum. Dolayısıyla lisans eğitimiyle birlikte başladığım yarı zamanlı garsonluk işi, bu alanların herhangi biriyle özel olarak ilgilendiğim zaman dilimlerinde edindiğim masrafları karşılamaya yetiyor. Milonga masraflarım çıkıyor mesela. Ya da almış olduğum Endüstri Sosyolojisi adlı seçmeli dersin hocası, sevgili Esin Hoca'nın önerisiyle, o dönem Talimhane Tiyatrosu'nun "Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi" adlı tiyatro oyununu izliyebiliyor-bağlantısı burada-, tiyatronun  ne kadar büyülü bir şey olduğunu hatırlayıp, Esra Bezen Bilgin'in muazzam oyunculuğunu canlı canlı izlemenin yarattığı heyecan ile hayatıma devam ediyorum. Mezuniyetten sonra bir dönem Ravouna 1906'da yaptığım tam zamanlı garsonluk işi ile tek başıma yaşayabileceğim yaşam alanımı kuruyor,  ailemden destek almadan kiramı ve faturalarımı ödüyor, Arjantin Tango Eğitmenlik sertifikamı alıyor, hatta Oyun Atölyesi'ne gidip Hansel ve Gretel'in Öteki Hikayesi'ni-bağlantısı burada- sordukları soruların güzelliğiyle izleyebiliyorum: 

Gerçekler acıtır mı? Kan bağı size neler yaptırır? Ahlaki değerler hangi durumlarda esneyebilir?

Bakın, bu oyunlar kazandıkları paraları sonuna kadar hak ediyorlar. Sadece bir üniversite öğrencisi için bütün bu alanlar bir araya gelince masraflı olabiliyor. Ama işte hepsini aynı anda yapmıyorum. Ne zaman hangisine ihtiyaç duyuyorsam ya da kendimi hangisi aracılığıyla ifade etmek istiyorsam ona yöneliyorum. Her ay izlemesem de bu gibi oyunlara imkânım yettiğince gitmek, Hansel ve Gretel'in Öteki Hikayesi'ni görmenin yaşattığı şaşkınlık ve oyunculukların sahiciliklerine duyduğum hayranlık mesela, yaşam enerjimi arttırıyor. Çünkü, evet yine Freud'un Haz İlkesinin Ötesinde adlı metnine baş vuracağım: Gerçeklik İlkem ile Haz İlkem bir araya geliyor ❤ Hayal kurmaya devam edebiliyorum. 

     Parçayı seçiyoruz. Bir uygulama üzerinden denemeler yapıyorum. Ancak orijinal tona yakın söyleyemiyorum. Ben de, kendi sesime yakın notaları, bulduğum bir siteden satın almaya çalışıyorum. Nota bilgim vs. sıfır. Bu arada okuldaki müzik öğretmeniyle tanışıyor ve durumu anlatıyorum. Piyanonun başına geçiyoruz. Ekran görüntüsü aldığım notaları-sitenin izin verdiği kadarını- gösteriyorum. Ecem Hoca çalıyor ben söylüyorum. Notalara olan güvenim artıyor. "İyi şanslar" dileğimi alıp teşekkürlerimi sunuyor ve öğretmenler odasına geçiyorum. İngilizce öğretmenimizden yardım istiyorum.  Notaları yabancı bir müzik sitesinden satın alacağım. Ancak kartım yurt dışı alışverişine kapalı olduğu için işlemi gerçekleştiremiyoruz. Tam o noktada Antalya'daki eniştemin arkadaşı ve ben de Mimar Sinan'da okuma arzusunu oluşturan canım Ercan abi devreye giriyor. Notaları bana hediye olarak alıyor ve bir güzel "iyi şanslar"ımı da Ercan abiden alıyorum. Seçmelerden bir gün önce, akşam saatlerinde, dans koreografisi için BAU'nun İdea Kampüsü'ne geçiyorum. Galata'da. Evime neredeyse 7 dakikalık bir mesafede-benim yürümemle ☺- Aladdin Müzikali'nden Friend Like Me adlı parçayla-bağlantısı burada- koreografimizi çalıştıktan sonra eve geçip yarın seçmede giyeceğim kıyafetlerimi deniyor ve provamı yapıyorum. Allahım monoloğun yer aldığı kitabı bitirdim. Kitap üzerine, Bahçeşehir Üniversitesi'nde, 2009 yılında, Burcu Seçmeer tarafından hazırlanmış, Gogol'un Bir Evlenme Oyununun ve Agafya Karakterinin Stanislavski Sistemi Üzerinden İncelenmesi adlı tezi okuyup bitirdim-bağlantısı burada-. Ama monoloğumun tamamını ezberlemedim. Şimdi yorgunluktan ölüyorum. Sabah biraz geç kalkıyorum. Adnan Hoca-müzikalin koordinatörü ve yine harika insanlardan bir diğeri- arıyor. Yolda olduğumu, söylüyorum. İçeri girer girmez son kişi de çıkıyor ve ben kulak için sevgili korrepetisyon hocamız, Hakan Hoca ile baş başa kalıyorum. Çok kısa sürüyor. Ardından yan odaya geçiyoruz. Birçoğumuz bir gün önceden tanışıyoruz. Dolayısıyla bir iki muhabbetten sonra herkes monoloğuna odaklanıyor. Çıkanlar, monologlarının yarıda kesildiğini, söylüyorlar. İçimden "inşallah benimkini de yarıda keserler" diye geçiriyorum. Çünkü bir yerden sonra isimler birbirine giriyor. "İvan Kuzmiç miydi burnu güzel olan? İvan Pavloviç miydi halini tavrını beğendiğim?" moduna giriyorum. O yüzden kesilmesini umuyorum. Neden böyle bir aptallık yaptım, bilmiyorum. Sahiden sonu ezberimde yok. Derken sıra bana geliyor. Monoloğun hiç ummadığım bir yerinde reaksiyon alıyorum, gülüyorlar ve kesinlikle kesmiyorlar. Ve o son geliyor. Ve ben çok da uzak olmayan bir kurguyla doğaçlıyorum sonunu. 

     Şimdi sıra notada. Ama orada bir sıkıntı oluyor. Okulda müzik öğretmeniyle yaptığımız provadaki gibi olmuyor. Çünkü notaların sadece bir kısmı sitede paylaşıldığından kalanını çalışmamıştık. Daha önce o kısmı eşlikçiyle çalışmadığım için de olmuyor. Derken sevgili Selmin Hoca başka bir parça okuyabileceğimi, söylüyor. Türkçe bir parça okuyorum. Sesimde caz tınısı olduğunu, söylüyor. Hiçbir fikrim yok. Söylemeyi en çok sevdiğim parçayı söylüyorum. Derken "sonem de vardı" diyorum küçük bir çocuk gibi. İnsan sevdiği şeylerin peşinden gidince çocuklaşabiliyor. Biliyorum çok fazla "harika bir şey" dedim ama inanın bana bu da harika bir şey ☺. Shakespeare'ın 18. sonesini okuyorum. Sone "Benzetsem mi acaba bir yaz gününe seni ?" diye başladığından-bu arada bunca zaman Tâlat Sait Halman'a ait olduğunu düşündüğüm bu çeviri, Oğuz Baykara'ya aitmiş. Valla utandım. Her yerlerde Tâlat Sait Halman diye paylaşmıştım bunca zaman. Özür dilerim Oğuz Baykara. Bu yanlışı da, şimdi, bloga bağlantı eklemek için arama yaparken, Türkçeye Çevrilmiş Edebî Metinlerde Anlam ve Biçim Kırılmaları adlı 2013 yılında Nagihan Şenyıldız tarafından hazırlanmış, yüksek lisans tezi aracılıyla fark ettim. İncelemek isterseniz-bağlantısı burada- ilgili bölüm sayfa 106'da- daha ağzımdan çıkan ilk kelimede, benim, e harfini açık okuduğum ortaya çıkıyor. Bunun üzerine içinde e harfi olan başka kelimeler söylememi istiyorlar. Kapalı olması gereken kelimelerde ısrarla açık okuyorum . Bazılarında ise kapalı okuyorum. Şu an farkında olduğum için eskisine oranla daha iyi okuyorum; ama bazen kendimi konuşmaya kaptırdığımda, e harfi, bariz bir biçimde açık olarak çıkıveriyor ağzımdan. Sonunda bu muhabbet bitiyor ve sonemin kalanını okuyorum. Hakan Hoca notalarımı bana geri verirken "Bu yılın sonunda bu parçayı hazırlayalım☺" diyor. "Umarım"diyorum. Ardından Bau'nun harika terasına çıkıp bir şeyler içiyor ve dans için yeniden gruplar halinde sınıfa giriyoruz. "Eh işte" denilecek bir performansla dansı da bitirmiş oluyorum. Buraya kadar geldiğim için kendimi harika iyi hissediyorum. Ardından İstiklal'in aralarından yürümeye başlıyorum. "Varsayalım ki kazandın Roz, nasıl gireceksin?" diyor içimde bir yerlerde korkunçlu bir ses. O an, az önce yaşadığım deneyimlerin mutluluğundan uçan sesim, susturuyor korkunçluyu. Bu harika duygu, sonucun geleceği ana kadar ruhumda dolaşsın istiyorum. Tek başına, kelebek gibi ❤ Peşinden gidilecek bir kelebek yok şimdi. O kelebek içimde. O kelebek benim şimdi ☺ 


*2019 Ekim'e kadar kalp ve zihin süzgecimde kalanları Tahta Kalem'im aracılığıyla paylaştım. Kişisel yaşamımda kazandırdığın deneyimler için Teşekkürler Temmuz 2021 ☺. Sayende süzgecim epey doldu. Dünya çapında yaşattığın deneyimler için ise dersimizi almış olmayı ve dünyanın güzelleşmesinde hep beraber katılımcı olduğumuz bir toplumda yaşamayı diliyorum ❤ 

Eylül'de görüşmek dileğiyle ☺

Lütfen hoş gel Ağustos ❤


Ek: Bu ay izlediğim filmlerden biri, 2013 yılında vizyona giren ve Jim Jarmush tarafından yazılıp yönetilen bir vampir filmi: Only Lovers Left Alive. Başlık adını bu filmden aldı. Yüzyıllardır yaşayan iki vampirin, yüzyıllardır süren birlikteliklerini ve sanat, bilim, edebiyat ve müzikle eylemelerini, görsel ve işitsel bir şölen eşliğinde sunuyor. Sadece aşıklar hayatta kalıyor ❤ 

Ek 2: Filmin o harika soundtrack'ini buraya ekliyorum: bağlantısı burada . 


Ek 3: Blogu, Ağustos yazısını yazmak üzere açtığımda karşıma çıkan, bu enfes Norveçli Rock Grubu da  buraya eklemek istiyorum. Yazının yarısını üstteki sondtrack ile hazırladıysam kalan yarısını da Madrugada'nın Industrial Silence adlı albümüyle hazırladım: bağlantısı burada




Kaynakça

* Hamlet - Othello - Macbeth - Venedik Taciri - Yanlışlıklar Komedyası, William Shakespeare, Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi, İş Bankası Kültür Yayınları.

* Evlenme - Kumarbazlar, Nikolay Vasilyeviç Gogol, Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi, İş Bankası Kültür Yayınları, İlk Baskı Yılı:2012.

* Sahne Çalışması İçin 100 Monolog Cilt 4, T. Yılmaz Öğüt, Mitos Boyut Yayınları, İlk Baskı Yılı:2003.

* Haz İlkesinin Ötesinde Ben ve İd, Sigmund Freud, Çevirmen: Ali Babaoğlu, Yayınevi: Metis Yayıncılık - Ötekini Dinlemek Dizisi, İlk Baskı Yılı: 2001.
 
* Marat Sade, Yazan: Peter Weiss, Çevirmen: Aytuğ Erdil, Yönetmen: Emre Tandoğan, Dramaturg: Anıl Can Beydilli, Kostüm Tasarım: Hilal Polat, Afiş Tasarım: Songül Karakoç.



*Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi, Yazan: Lucky Kirkwood, Uyarlayan: Seçil Honeywill, Yöneten: Mehmet Ergen, Işık: Önder Ay, Dramaturji: Deniz Altun, Kostüm: Nilüfer Alptekin, Asistan: Kübra Alpkaya, Teknik: Cenk Dostverdi, Oynayanlar: Esra Bezen Bilgin, Güliz Gençoğlu.



* Hansel ve Gretel'in Öteki Hikayesi, Yazan: Neil Labute, Çeviren: Haluk Bilginer, Yöneten: Ali Altuğ, Yönetmen Asistanı: Gözde Başaran- Ilgın Bingöl, Sahne Tasarımı: Barış Dinçel, Müzik: Tolga Çebi, Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan, Video Tasarımı: Gülay Yiğitcan, Afiş Tasarımı: Ethem Onur Bilgiç, Oynayanlar: Bety/ Ayça Bingöl, Boby/ Salih Bağdemci.



* Gogol'un Bir Evlenme Oyununun ve Agafya Karakterinin Stanislavski Sistemi Üzerinden İncelenmesi,Yüksek Lisans Tezi: Burcu Seçmeer, Tez Danışmanı: Öğretim Görevlisi Zurab Sıkharulıdze, Bahçeşehir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İleri Oyunculuk, İstanbul, 2009.



Türkçeye Çevrilmiş Edebî Metinlerde Anlam ve Biçim Kırılmaları, Yüksek Lisans Tezi: Nagihan Şenyıldız, Tez Danışmanı: Doç. Dr. Faruk Gürbüz, T.C. Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türkçe Eğitimi Ana Bilim Dalı, Erzincan, 2013.




Tahta Kalem


Telif Hakkı©2020-2021 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2020-2021 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright notice and links are included. https://tahtakalem01.blogspot.com/

2021/07/01

Yavaşla, Yoksa Ruhun Geride Kalır

     Yürüyordum hızlı hızlı..Sanki daha hızlı yürürsem yakalayabilirmişim gibi aradığımı. "Ruhumda benimle miydi? Yetişebilmiş miydi hızıma?" Unuttuğum oluyordu arada. Hatırlamalıydım. Ruhum geride kalırsa asla ulaşamayacaktım. Ki zaten insanın ruhu geride kaldığında kendine bile yetişemiyordu. 

     İş görüşmesinden sonra-kaldığımız yerin bağlantısı burada- Beşiktaş'a eğitmenlik sınıfına geçtim. Kombinasyonlarımız gittikçe zorlaşıyordu. Her kombinasyonu hem bir leader-lider- hem de follower-takipçi- olarak öğreniyorduk. Çok da eğleniyorduk. Buraya Salih'in follower, benim leader olduğum bir pratiğimizi ekliyorum. Tam da iş görüşmesinden sonra gittiğim gün çekilmişti:




     Eğitmenlik sınıfının dersi bittikten sonra başlangıç sınıfının dersi başlıyor bizler de birer eğitmen adayı olarak kalıp başlangıç sınıfındakilere pratiklerinde yardımcı oluyoruz. Ama o gün Türkan Hoca'dan izin isteyip erkenden ayrılıyorum. Çünkü sabah erkenden neredeyse iki saatlik bir yol gideceğim. Öğretmenliğimin ilk günü başlıyor. İstiklal'de yürüyorum. Hızlı hızlı.. Sanki daha hızlı yürürsem yakalayabilirmişim gibi aradığımı. "Ruhumda benimle mi? Yetişebildi mi hızıma? Unuttum yoksa?" Hatırlamalıyım. Ruhum geride kalırsa asla ulaşamam ulaşmak istediğim yere. Ki zaten insanın ruhu geride kaldığında kendine bile yetişemiyor.

     Sabah erkenden kalkıyorum. Kahvaltımı yapıyor bir gece önceden hazırladığım kıyafetlerimi giyiyorum. Heyecandan ölebilirim. Ruhum benimle. Kalbim hatırlatıyor. Bu iyi bir şey ☺ Evimden çıkıyor ve dört dakikada Şişhane 1 durağında oluyorum. O gün neredeyse yarım saat beklediğim otobüs anında geliyor. Ama bir saniye! Bu 76/E değil, 76/D. İkisinde de Bahçeşehir yazıyor. Şoföre soruyorum. İkisinin de Bahçeşehir'e gittiğini, söylüyor. Yine şoföre yakın bir koltuğa geçiyorum. Dersin başlamasına neredeyse iki saat var. Rahat rahat izliyorum dışarıyı. Arada bir içimi de izliyorum. "Nasıl hissediyorum?" Yol yaklaştıkça heyecanım artıyor. Freud'un Haz İlkesinin Ötesinde metni aklıma geliyor: İnsan iki ilke eşliğinde eğliyor. Gerçeklik ilkesi ve Haz ilkesi. Bu iki ilke arasındaki mesafe birbirine yaklaştıkça yaşam enerjimiz artıyor. İşte şu an yaşadığım duygu tam da bu. Neredeyse 16 yıl okula gittim. Buna ek olarak bir çok kursa katıldım. Ailemle yaşadığım şehirden üniversiteye gitmek üzere ayrıldım. Samsun'da okumaya başladım. İlk yılın sonunda İstanbul'a yatay geçiş yaptım. Üniversiteyi bitirdim. Formasyon eğitimi aldım. Ve şimdi bu otobüste gerçeklik ilkesi ile bunca yıllık emeklerimin ürünü olan isteklerimden biri-yani haz ilkesi- arasındaki mesafe neredeyse kapanmak üzere. Kalbim atıyor. Ama bir tuhaflık var. Bu yol görüşmeye gittiğim otobüsün güzergahından epey farklı görünüyor. Şoför hayatımda gördüğüm en yavaş araç kulllanan kişi olabilir. Ve şimdi biri şoföre aracı çok yavaş kullandığını, söylüyor. Ve şimdi kavga ediyorlar. Şoför daha da yavaş sürüyor. Tartışma büyüyor. Zaman azalıyor. Ben alakasız bir yerde araçtan iniyorum. Kesinlikle burada okul falan yok. Hatta bir insan görürsem sarılacağım. Müdür yardımcısı arıyor. Durumu anlatıyorum. Hala yetişebileceğime inanıyorum. Oysa ben uzakta oturduğumu ve her ihtimale karşı-trafik vs.- ilk saate ders konulmamasını rica etmiştim. Müdür de kabul etmişti. Ben okuldan ayrıldıktan sonra gönderilen programda ilk saatte dersimi görünce şaşırmış ve zaten Pera Sanat'da derste olduğum için yarın okula gidince konuşurum diye düşünmüştüm. "Düşünme Roz, konuş.  Ya da hem düşün hem konuş. Ama niye düşünüp susuyorsun ki? Al işte kaldın dağ başında tek başına !" diye söylene söylene yokuş yukarı çıkıyorum. Terlemeye başladım. Tek tük araçlar var kaldırım kenarlarında, ama park halinde. O an aklımdan takip ettiğim, dünya turu yapan youtuber, Yağmur Arat'ın videoları geliyor. Japonya'da otostop yapıyordu-bağlantısı burada-. "Orası Japonya" diyor içimdeki ses dalga geçercesine, ama tam o sırada bir araç bana doğru geliyor ve kolum bana sormadan kalkıveriyor. Böylelikle ilk otostop deneyimimi yaşıyorum. Az önce benimle "orası Japonya" diye dalga geçen iç sesim şimdi "kızım sen manyaksın" diyor. Başlıyorum araçtaki kişiye başımdan geçenleri anlatmaya. "En azından cadde üstüne kadar bırakabilirseniz çok sevinirim. Derse yetişmem lazım." diyorum. İstersem gideceğim yere kadar bırakabileceğini, söylüyor araç sahibi. Ben yaşlarında bir erkek. Sonunda bir taksi durağı görüyoruz ve buradan devam edebileceğimi, söyleyip teşekkür ediyor ve iniyorum. Evet elbette meslek aşkıyla yanıyorum ama henüz aklımı kaybetmedim. Her gün bir dünya korkunç habere denk geliyoruz. Son derece kibar birine denk gelmiş olsam da korkmadan edemiyorum. Tabi bu sırada müdür yardımcısı beni aramaya devam ediyor. Sonunda okula varıyorum. İkinci saatteki derse giriyorum. Buraya gelene kadar başımdan bir dünya olay geçti. Dolayısıyla heyecan meyecan kalmıyor. Kendimi tanıtıyorum. Mezun olduğum okulu, Arjantin Tango Eğitmenlik Eğitimi ile uğraştımı ve Çocuklarla Felsefe atölyeleri yaptığımı, söylüyorum. Çocuklarla nasıl felsefe atölyeleri yapabildiğimizi ve onlarla da konularımızı zaman zaman  atölye formatında işleyebileceğimizi söylüyorum. İlk dersim 12/A sınıfında. Bir sayısal sınıfı. Benim de lisedeyken şubem 12/A'ydı. Şimdi onlara "boş zamanlarınızda neler yapıyorsunuz" diye soruyorum. Onları tanımalıyım. Bunu da en iyi, hiçbir şey yapmak zorunda olmayıp yapmayı tercih ettikleri eylemlerle öğrenebilirim. Ardından son olarak hangi konuda kaldıklarını, soruyorum. Önceki öğretmenleriyle dün görüştüm. Nerede kaldıklarını biliyorum. Onlarda ne kalmış onu merak ediyorum. Böylelikle bitiyor dersimiz. Rehber öğretmen ile görüşüyorum. Bir saate yakın okul hakkında, sınıflar hakkında, öğrenci profilleri hakkında bilgi alıyorum. Tüm samimiyetiyle anlatıyor. Ben de can kulağıyla dinliyorum. Sonra müdürün yanına uğruyorum. Hafiften gülümsüyor. Sanırım bugün yaşadığım deneyimi, o kampüste çalışan çoğu öğretmen ilk iş günlerinde deneyimlemiş-Otostop hikayesinden bahsetmiyorum. O aramızda ☺-. Okul biraz tepede kalıyor. Bu tepeye çıkabilen otobüs, görüşmeye ilk geldiğim gün kullandığım 76/E'ymiş. Olurmuş böyle şeyler. Ama ben yine de epey uzakta oturduğumu, her ihtimale karşı ders saatlerimin azlığını göz önünde bulundurarak ilk dersimi ikinci saate koymalarını, yine rica ediyorum. Müdür programda bir karışıklık olduğunu, düzeltileceğini, söyledikten ve yeniden "hayırlı olsun" dedikten sonra teşekkür edip eksik evraklarımı tamamlamak üzere okuldan ayrılıyorum. Ertesi gün Opus'ta olacağım. Metin Hoca'ya-Opus Noesis'in kurucusu ve p4c programında asiste ettiğim kişi-  öğretmenliğimin ilk gününde yaşadığım deneyimleri anlatıyorum. O da aynı kampüste çalışmış bir zamanlar. İlerleyen konuları paylaşıyorum ve o da bana atölye formatında işleyebileceğim konuları gösterip örnek atölye formu oluşturuyor. Atölyeler devam ediyor ve ben haftada iki gün de Opus'ta çalışıyorum. Opus'taki p4c atölyelerinde çekilen fotoğraflar: 


       





   



      Bir sonraki gün ise okul var. Maalesef yanlış program devam ediyor ve bu sefer doğru otobüste olmama  rağmen yine ilk derse yetişemiyorum. Bunun üzerine ısrarla arayan müdür yardımcısına, ikinci defa rica etmeme rağmen programın düzeltilmediğini ve bu nedenle ikinci defa aynı stresi yaşadığımı; bu şartlar altında çalışmak istemediğimi, şu an dönüş yolunda olduğumu, söylüyorum. Yaklaşık bir yarım saat sonra bölüm başkanımız sevgili Sabri Hoca arıyor. Kendisini ilk defa Kadıköy Belediyesi'nde, Gençlerle Felsefe gönüllüsüyken görmüştüm. Kampüsündeki gençleri, felsefe etkinliğine getirmişti. Ardından Opus Noesis'in Çocuklarla Felsefe (p4c) atölyelerinden birinde tanıştık. Metin Hoca cv'mi Sabri Hoca'yla paylaşmış ve ertesi gün beni kurumdan aramışlardı. Sabri Hoca öğrenme yolculuğuna devam eden bir bölüm başkanı ve tanıdığım güzel insanlardan biri. Ne zaman kendisinden söz açılsa yüzümde bir tebessüm oluşuyor. Şimdi yazarken fark ettim ☺ Sabri Hoca müdür yardımcısıyla görüştüğünü, eğer istersem programı değiştirebileceklerini söyledi. Kabul ettim. Ardından müdür yardımcımız yeni programı paylaştı. Taksim meydan da bir bankaya uğrayacaktım. Mezuniyetten sonra tuttuğum evin masrafları ve Arjantin Tango Eğitmenlik Programı'na katılmak için çektiğim kredinin geri ödemesini bitirmiş şimdi ikincisini çekecektim. Küçük bir tutar, ama en azından yeni işe başladığım bu süreçte maddi kaygılarla efor kaybetmeyecek mesleğime odaklanabilecektim. Bu arada Türkan Hoca, Pera Sanat'da her hafta milongalar düzenlemeye başladı. Açılış milongası için ben de organizasyonda yer aldım. Pera Sanat öyle güzel bir okuldu ki. İlerde oluşacak konservatuar okuma tutkumun tohumları yeniden burada atıldı diyebilirim:




     Bundan sonraki okul süreci-ki Nisan sonu başladığım için neredeyse 1,5 ay kadardı.- çok çabuk bitti. Hafta içi çoğunlukla Türk-Alman Kitabevi'ne uğruyor bir yandan kahvemi içip bir yandan farklı kaynaklardan materyal topluyordum. Felsefeye yeniden başlıyormuş gibi konu özelinde kaynak taramalarından sonra video, resim ya da gündelik hayattan örnekler bulmaya çalışıyor olabildiğince öğrencilere tartışacakları, sesli düşünebilecekleri bir sunum hazırlamak için çabalıyordum. Kimi sınıflarda amacıma ulaşıyordum kimilerinde ise kesinlikle zorlanıyordum. Ama zorlandığım sınıflar yaratıcılığımı en çok körükleyen sınıflar oldu. Onların dikkatini felsefeye çekebilmek için türlü türlü uğraşlara girdim çünkü. 

     Derken okul bitiyor. Günlerim dans ile geçiyor. Eğitmenlik sertifikamızı almak üzereyiz. Sözlü ve uygulamalı sınavlara giriyoruz. İlk sınavı sadece Türkan Hoca yapıyor. İkincisinde ise Türkiye Dans Sporları Federasyonu'ndan eğitmenler dansımızı izliyor. Ardından Türkan Hoca bizlere bazı kombinasyonlar söylüyor. Follower ve Leader olarak o kombinasyonları çıkarmaya çalışıyoruz. Ve sertifikamızı alıyoruz:



     Türkan Hoca bir iki ay sonra eğitmenlik sınıfının konusunu tamamlamak üzere vals semineri düzenliyor ve bu semineri Ayvalık'ta yapmaya karar kılınıyor. Ardından ailemin yanına gidiyorum. Feci halde bir özlem ve rahatlık duygusuyla doluyum. Dolu dolu bir yıl bitirmiş ve sonunda mesleğime kavuşmuş olmanın-her ne kadar yarı zamanlı bir çalışan olsam da- aynı zamanda ilgi alanım olan Arjantin Tango Eğitmenlik Programı'nı bitirmiş olmanın tatlı gururundayım. Ancak çok yorulmuşum.  Saçlarım azalmış sanki. Zayıflamışım da. Tanıdığım insanların suratında görüyorum kendimi. "Amaaaaan düzelir" diyorum. Şimdi bir şey hissettiriyor kendini içimde, gizli gizli. İnsan bazen hayallerini ya da içinden geçenleri sesli söylemeye korkuyor. Ya da ben de öyle oluyor. Söz büyü sanki. Söylersem ve duyarsa kulaklarım, bedenim o sözü yerine getirmek için harekete geçecek biliyor-bir yerde sözün gücüne dair, buna benzer bir şey okumuştum-. İşte o şeyin, doğru bir şey olup olmadığı, o zaman yapılıp yapılmamasının olası artı ve eksilerinden korkuluyor belki. Ama sonunda sesli söylüyorum ve duyuyor kulaklarım: "Tiyatro yapmak istiyorum." Ne de olsa yarı zamanlı çalışıyorum-hafta da iki ya da üç gün-. Bir gün de çocuklarla felsefe yapıp kalan iki üç günümü tiyatroya ayırabilirim. Bunca zaman İstanbul'a alışmaktı, okula alışmaktı, felsefeye alışmaktı, anlamaya çalışmaktı, hakkını vermeye çalışmaktı, formasyondu, stajdı, mezuniyetdi, iş aramaktı, bulmaktı, kaybetmekti, yeniden bulmaktı... Derken ancak öğretmenliğe başlamadan önceki o kısa zaman diliminde ilk defa İstanbul'da- Kadıköy Emek Tiyatrosu'nda- sahneye çıkabildim. Ne kadar çok özlemişim tiyatroyu o zaman fark ettim. Evet liseden sonra lisans üçüncü sınıftayken Gönül Ülkü Gazanfer Özcan Sahnesi'ne bir yıl kadar, haftada bir gün, Temel Oyunculuk Eğitimi'ne gittim. Ancak oyun çıkaramamıştık. Beş yaşımdan beri hayatımda olan tiyatroyla arama, üniversite ile birlikte koca bir mesafe girmişti adeta. Şimdi yapmayacaktım da ne zaman yapacaktım? Derken karşıma sevgili Beyti Engin'in "Bence Oyunculuk" adlı youtube kanalı çıktı. Beyti Engin Mimar Sinan Üniversitesi Oyunculuk Bölümü'nden mezun. Her hafta bir konuk ağırlıyor ve oyunculuğa dair görüşlerini ve yaşam hikayelerini dinliyor. İlk bölümünü paylaşıyorum-bağlantısı burada-. İlk konuğunun da felsefe mezunu bir oyuncu olması kaderin cilvesi olsa gerek. İzledikçe iştahım kabarıyor ve yarı zamanlı konservatuar programı araştırmaya başlıyorum. Evet kararlıyım. Konservatuar okumak istiyorum. Bir yandan ailemle zaman geçiriyor bolca dinleniyorum. Ruhum geride kalmasın diye başımdan geçenleri yazıyor, okumalar yapıyorum. O dönem okumalarımı p4c atölyeleri için çocuklarla felsefe, lisedeki dersler için felsefe tarihi ve oyunculuk için Shakespeare oyunları oluşturuyor. Adana'da, Samsun'dan arkadaşım Hazal'la-onun ailesi de Adana'da yaşıyor.- her ikimizin de geçirmiş olduğu bu zorlu ve yoğun yılın mükafatı olarak kısa bir tatil planlayıp Mersin'e gidiyoruz. O da bütün bir yıl bir yandan çalışıp bir yandan kpss'ye hazırlanmış ve sonunda atanmış. Bir tatili hak ediyoruz. Adana'dan kitapçı bir arkadaşım sahilde stand açmış ve bize Mersin Erdemli'de kalacak bir yer ayarlıyor. Kitaplarımızı okuyor, yüzüyor, sohbet ediyor, şarkılar söylüyoruz. Arada biz de standın başına geçip kitap satıyoruz. O kısa ve bir o kadar keyifli tatilden kareler:


      


      Ailemle geçirdiğim neredeyse iki buçuk aylık tatilin sonunda Adana'dan annem, Mine ablam ve yeğenim Berfin'le Antalya'daki ablamın yanına geçiyoruz. Annem fotoğraf çekilmeyi pek sevmez. Teknolojiyle en sıkı ilişkisini, yemek yaparken dinlediği radyosu oluşturuyor. Bu nedenle karelerde yok. Ama ileride, korona günlerinde fotoğraflarını bolca çekmiş olacağım. Ablamlarla tatil kareleri:


           



                                          


     Antalya'dan İstanbul'a evime geçiyorum. Ama önce havaalanının yakınında oturan ablam beni karşılıyor. Hatta birkaç gün de evime gitmeme engel oluyor☺ Ardından eniştemle birlikte beni evime bırakıyorlar. Bir de ne göreyim! 2019 yazında İstanbul'da feci bir  yağmur yağmıştı. Hatta Eminönü esnafları perişan haldelerdi. Dükkanlarını hep su basmıştı falan. Hahh işte! Benim ev de yarı zemin olduğundan ben de perişan olmuşum, ama haberim yok. Parkeler şişmiş biraz. Bir de kötü bir koku! Ablamlara pek çaktırmamaya çalıştım, ama eşyalarımı içeri koyarken ablam hemen kokuyu aldı. Ben de bir "ah!" çektim ama sonra "Olur ya öyle. Kapalıydı kaç aydır. Azıcıkta su girmiş. Hallederim ben." deyip gönderdim. Çünkü zaten başta sevmemişti o evi. Ama bu benim kurduğum-ya da kurabildiğim- bir düzendi. Her ne kadar söylensem de evimi seviyordum. Bu duygular taştı. Oturup bir güzel ağladım. Sonra kalkıp evi temizledim. Sonra yatağa geçip ev ya da oda aradım. Derken uyuyakaldım. Birkaç gün sonra-bu aralıkta her gün evi temizledim- Eliflerle Ayvalık'a  geçecektim. Onun da heyecanıyla taşınma fikri çıktı aklımdan. Eğitmenlik sınıfından sevgili Dilek-Levent Pelen çifti, Türkan hocayı, Elif'i, Esra'yı ve beni Ayvalık'taki evlerinde ağırladılar. Diğer arkadaşlarımız ise yakınlardaki pansiyorlarda konakladılar. Seminerimiz Cunda Adası'nda yapıldı. Bir yandan yüzüyor bir yandan seminere katılıyorduk. Hayatımda girdiğim en soğuk suydu. Titreye titreye yüzüyordum. İlk günün akşamı Pelen çifti evlerinde tüm sınıf için yemek düzenledi:




      İkinci günün akşamı Cunda Adası'nda milonga yaptık. Aralarda oyunculuğa dair isteğimi Elif'le paylaştım. O da olabilitesi olan birkaç okul paylaştı. Yazın birkaçını aramıştım hatta. Mesela İstanbul Üniversitesi'nin yarı zamanlı Müzikal Tiyatro Programı vardı. Ama hattın ucundaki kişi bu yıl alım yapmayacaklarını, söylemişti. Geriye Müjdat Gezen-ama o karşıdaydı ben Avrupa Yakası'ndaydım-, Sadri Alışık-hem de Cihangir'deydi. Ama mülakatı çalışma saatime denk geldiği için başvurmama rağmen giremeyecektim- bir de Kadir Has'ın yüksek lisans programı vardı. Ancak oyunculuk yüksek lisansı yapmak istediğime emin değildim. Ki zaten Kadir Has'a da başvuramadım. Ayvalık'taki kısa seminer ve tatilden sonra İstanbul'a döndük. Cunda Adası'ndaki derslerimiz ve Pelenler, bizi yolcu ederken:






     Aynı kurumun aynı kampüsünde çalışmaya devam edecektim. Zaman zaman Metin Hoca'yı asiste etmeye devam ediyordum. Derken Bahçeşehir Üniversitesi'nin yarı zamanlı Müzikal Tiyatro Akademisi açtığını öğrendim. Hem de Galata Kampüsü'nde. Evime neredeyse on dakikalık bir mesafedeydi. En azından bir seçmelere girer seçme deneyimi yaşarım, diye başvurdum. Nereden bilebilirdim ki bir ay sonra hayatıma solfej, korrepetisyon, şan, dans, müzikal tarihi ve sahne derslerinin gireceğini ☺. 2019 Eylül'e kadar kalp ve zihin süzgecimde kalanları Tahta Kalem'im aracılığıyla paylaştım. 

Çok güzeldin Haziran 2021☺

Hoş gel Temmuz. ❤

 Ağustos'ta görüşürüz  ☺


Ek: Başlık adını bir Kızılderili Hikayesi'nden alıyor. Çok uzun zaman önce denk geldiğimden kaynak paylaşamıyorum. Ancak Michelangelo Antonioni adlı bir yönetmenin "al di la delle nuvole" adlı filminde de aynı hikaye geçiyormuş. Yine bir Kızıldereli Hikayesi başlığı altında. Ruhunuz yakınınızda kalsın ❤ 


Tahta Kalem

Telif Hakkı©2020-2021 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2020-2021 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright notice and links are included. https://tahtakalem01.blogspot.com/






İnsanların Ağaçlar Gibi Kökleri Olmadığından Ordan Oraya Savrulup Dururlar

            Apartmandan çıkar çıkmaz kapıda Cihangir Meydan'ın köpekleri karşılıyor beni. İnsan sürekli bir yerden bir yere gidince ve k...