2022/01/28

Güneş Her Gün Yenidir

     



        Güneş her gün yeniden doğuyor ve biz her gün doğmaya devam edeceğini biliyoruz. Bugünkü bir hadiseden yola çıkarak "yarın da ve diğer günler de doğacak" diyebiliyoruz ve doğmaya devam ediyor. Yani her tümevarımsal akıl yürütme, güneşin dün doğmuş olmasından ya da bugün doğmasından yola çıkarak yarın da doğacağı sonucuna vardığımız ve her gün vardığımız sonucun doğrulandığı gibi tam ve net görünmeyebilir; ama "bugün her ne düşünür ve her ne yaparsam yarın da en az bugün kadar olacağım" diyebilmeyi isterdim. Sağ duyum bunu deme taraftarı; ancak yeryüzü gökyüzünden daha değişken değil mi? İnsanlık gökyüzünü yıllarca gözlemleyip gezegenlerin belirli zaman aralıklarındaki konumundan yola çıkarak astroloji denen bir bilim oluşturmuş. Yeryüzünün bu değişkenliğinden kaçmak, kalıcı, değişmeyen bir şeyler bulmak adına en "inanmıyorum astrolojiye, saçma buluyorum" diyen kişiler bile yükselen burçlarını bilir olmuş- Sevgili Nevzat Hoca'nın İlker Canikligil ile astroloji üzerine yaptığı bir programı paylaşmak istiyorum-bağlantısı burada-. Neden? Bu kadar zor ve ürkütücü mü değişim? Değil belki, belki bütün bunların yanı sıra sıkılıyoruz sürekli güneşin etrafında dönüp duran bu gezegenden. Belki bağlanacak bir şeyler arıyoruz; ama "bağlanacağımız her şey ciddiyetini kaybetti" diyordu Nevzat Hoca-yukarıda paylaştığım Burçlar, Astroloji ve Kültür Krizi - Böyle Buyurdu Kültür adlı programda. Bağlantıları yazının bitiminde de toplu halde bulabilirsiniz-.  Bir Kültür Profesörü'ne göre gayet açık ve net nedenlerle öyle olabilir tabi ki; ama ben yeryüzünde kapladığım bu küçücük noktadan kendi içimde büyüttüğüm anlam dünyamdan her birey gibi bağlanabileceğim şeylerin peşinden gitmeye devam ediyordum. Sigaraya bağlanamadım mesela, asitli içeceklere, doğduğum şehre ve daha birçok şeye ... Özgürlüğüme hep bağlı kaldım ama.. Evet evet duyuyorum Jean Paul Sartre'ı "insan özgürlüğüne mahkumdur" diyordu insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden birinde-insanlığın komple aydınlık olduğu bir dönem var mı onu da bilmiyorum. Olmalı mı ? Yani birçok belirlenim varken neden komple aydınlık ya da komple karanlık olsun. Bildiklerimiz ve bilmediklerimiz var. Bu daha güvenilir bir tabir evet. İnsanlığın bilindik en karanlık dönemlerinden birinde-. Ağırdı özgürlük ve sorumluluk gerektiriyordu, falan. Sabahattin Ali'de Kuyucaklı Yusuf 'da "incir ağacı gibiydim sıkıntılı ve şekilsiz; fakat özgür ve istediği gibi büyüyen" demiyor muydu?! O halde özgürlük dediğimde nasıl bir özgürlükten bahsettiğim anlaşılmış oldu. Beraberinde kendi ağırlığını taşıyan sorumluluk bilincinde bir özgürlükten söz ediyorum. Tartışılır, tartışırız, tartışalım da; ama lütfen şimdi bu hatta devam edelim. 

     Biliyorsunuz artık, yaklaşık bir yılı aşkın bir süredir üniversite birinci sınıftan itibaren yaşam süzgecimde kalanları aktardığım bir bloga dönüştü tüm bu aylık yayınlarım. Yavaş yavaş bugünlere geliyoruz. Varoluş bir koordinat gibi gösterilemezdi varoluşçu filozoflara göre; ama Aristoteles'teki alelade zaman anlayışından yola çıkarak-yani bizim bugün kullandığımız saatler gibi dünü bugünden, geçmişi şimdiden ayırarak- 2021 Mayıs ayına kadar gelmiş bulunduk. Zaten amacımızda söz konusu insan varlığı olunca ne'lik değil nasıl'lık üzerine kafa yormak; söz konusu kendi varlığım olunca kalp ve zihin süzgecimde kalanları nasıllığım üzerinden yorumlamaktı. Tahta Kalem'in Bugün Hangi Hayvansın? adlı yazısında-bağlantısı burada- dediğim gibi..Dolayısıyla geçmişe bugünden bakışımla birkaç yıl sonraki bakışım aynı olmayacak-eğer varlık, zaman ise ve ben zamanla bir öğrenciyken öğretmen, bir çocukken yetişkin oldum isem-. Shakespeare'ın Türkçeye Nasıl Hoşunuza Giderse şeklinde çevrilen eseri gibi bu blog; yaşam serüvenim, sizin nasıllığınız ve benim nasıllığımı yorumlama faaliyetimin sonunda nasıl hoşumuza giderse öyle anlaşılacak. O halde kaldığımız yerden devam edelim-en son kaldığımız yerin bağlantısı burada


       

      İş arama, bulma, bulunan işin batması, kendi mesleğime dair bir iş bulma; o kurumun da sıkıntılı bir sürece girmesi ve başka bir kuruma devredilmesi, toparlanması, ardından çıkan corona virüs; işle birlikte götürdüğüm ve çocukluk hayalim olan yarı zamanlı Müzikal Tiyatro derslerinin bir kısmının askıya alınması, bir kısmının online'a geçmesi; kendi işimin de online'a geçmesi ve bu sayede bir müddet ailemin yanında yaşamam; yavaşlamam ve çevrim içi olmam, blog açmam, instagram kullanmaya başlamam; ardından İstanbul'a dönüp dünyanın, yukarıda paylaştığım The Economist dergisinin kapağındaki gibi kapalı dükkana benzemesiyle her şeyin online'a dönmesi ve evde uzun zaman geçirmem üzerine evimin havadar olmadığını, online derslere izin vermeyecek ölçüde gün içerisinde sokaktan gürültüler geldiğini fark etmem ve zamanla çıkan tadilat problemleriyle taşınmaya karar vermem; bir oda tutmam ve ardından yüksek lisansa hazırlanmak amacıyla  ailemin yanına yeniden gitmem... Bugüne kadar anlattıklarımın toplamı kabaca böyle. Bütün bunlar yakınmak amacıyla yazılmadı. Hem bugüne kadar takip eden okura bir hatırlatma olsun diye hem de bütün bunlar benim nasıllığım diye.. Ama sadece buraya kadar olanlar.. Eğer insan Heidegger'in tabiriyle dünyaya fırlatılmış ve her an açımlanan bir varlık ise ben de açımlanmaya devam ediyordum.

      Adana feci halde sakindi. İlk etapta tam da istediğim gibi bir düzen oluşturabilmiştim. Yine ablam, ben ve yeğenim birlikteydik. Annem ise henüz Adana'ya dönmemişti. Antalya'da zaman zaman ablamda, çoğunlukla abimdeydi. Ailemizin yeni üyesi Toprak ile epey sıkı bir bağ kurmuşlardı. Ses tonu harika geliyordu. Adana'daki ablam bir Devlet Hastanesi'inde kendimi bildim bileli Bilgi İşlemci olarak çalışıyordu. Hatta son yıllarda onun bölümü üzerine üniversitelerde Tıbbi Sekreterlik bölümü açıldı. Pandemi devam ediyordu. Her gün güneş yeniden doğuyor, Dünya'da ve Türkiye'de de kurallar değişiyordu. Ablam sağlık sektöründe olduğu için yer yer nöbet tutuyordu. Yeğenim üniversiteyi kazanmıştı; ama okullar online'a döndüğü için bu sefer de okula gidememekten yakınıyordu. O kadar haklı bir yakarıştı ki; ama işte bizim dışımızda da belirlenimler olmaya devam ettiğinden biz de içinde bulunduğumuz dünyada her gün kendimizi yeniden doğurmak durumundaydık. Yeni kararlar, motivasyonlar bulmalıydık. Yani benim kafam böyle çalışıyordu en azından. Bulmuştum işte bir şey. Aslında yeni değildi ama tam sırasıydı. Felsefede yüksek lisans yapmak istiyordum. Çalıştığım kurumla ilk dönem yaptığım sözleşmem bitmişti. İkinci dönem yeni bir sözleşme yapmadık. Doğum iznine ayrılan öğretmenimiz görevine başladı. Öncesinde gittiğim kampüste ise çalıştığım kurumun öğretmenleri, felsefe ders saatinin diğer derslere oranla olan azlığından kimi zaman çift kampüs, kimi zaman üç kampüste birden çalıştıklarından dolayı açık yoktu. Başka bir kurumda çalışmak istemedim. Başka bir iş yapmak istemedim. Yüksek işini çözmeliydim. Gerek işten gerekse hayattan alabileceğim kadar deneyim aldığımı düşünüyordum. Yine çalışacaktım elbette. Sonuçta ailem İstanbul'da yaşamıyordu ve ben İstanbul'da yaşamaya devam etmek istiyordum. Dolayısıyla çalışmayıp ne yapacaktım bilmiyorum. Ya vazgeçecek ve ailemin yanında hiçbir kaygım olmadan okumalarımı yapacaktım ya da çalışmak zorunda olduğumun bilinciyle İstanbul'da yaşayacaktım. Bu durumda yapılacak iki şey var: ya hedefimden vazgeçeceğim ya da çalışacağım. Ben tabi ki de ikincisini seçecektim. Ama bu sefer değil. Bu sefer üniversite birden beri uzak kaldığım konfor alanıma dönmüştüm. Bir rutinim vardı: Kaçta uyandığımın bir önemi yok. Ama tüm bu kahvaltı, ortalığı toplama, kendine çeki düzen verme işlerinden sonra balkonda güneş ışığında kahvemi içip  sandalyemi hafif gölgelik kısma çekip 20 sayfa kitap okumak. Ahmet Arslan'ın İlk Çağ Felsefe Tarihi 1 kitabından başladım. Düzenli bir felsefe tarihi okuması yapmak istiyordum. Macit Gökberk'in kitabı da yanımdaydı. Ama yine, yeniden temiz temiz ilerlemek istiyordum. Ardından lisede başlayıp yarıda bıraktığım gitarımı yeniden elime aldım. 20 sayfalık okumadan sonra Youtube'da bulduğum son derece sempatik gitar hocası Egemen Dişli aracılığıyla gitar çalmayı öğrenmeye başladım-bağlantısı burada-. Ardından Reader at Work adlı ingilizce çeviri kitabından her gün bir çeviri yapıyordum. Ablam geliyor bizlere bazen keyifle bazen söylenerek yemek yapıyor-ama sahiden güzel yapıyor- ben de tüm bu ev temizliği, yemek hazırlığı, ortalık toparlaması işleriyle uğraşıyordum. Yeğenim de arada bizlere yardım ediyordu. Sonra biraz bir şeyler izleyip ya da sohbet edip ardından yarım saat kadar spor yapıyor dil sınavı için Türk&Alman Kitabevi'nde çalışan bir arkadaşın önerisiyle keşfettiğim Test Atölyesi adlı harika youtube kanalından-bağlantısı burada-  Yökdil' e hazırlanıyordum. Yökdil, YDS gibi sınavlara hazırlanırken ve genel olarak İngilizce öğrenmek için bakılabilecek enerjisi yüksek harika insanların kurduğu bir kanal Test Atölyesi. (Bu arada bu ay blogu takip eden bir okuyucu öğrencileriyle paylaşmak adına kendisine güzel bilgiler sunduğumu ve paylaşımlarıma teşekkür niyetinde araştırmaları sonucunda bulduğu ücretsiz İngilizce kaynakların yer aldığı bir sayfa paylaştı. Mailinde bu sayfayı blogda paylaşmamın okuyucularım için faydalı olacağını belirtmiş. Teşekkürler Amelia ☺ O sayfayı da buraya ekliyorum-bağlantısı burada- ). Ardından günlük rutinimde eksik kalan bir şeyler varsa tamamlıyor son okumalarımı yapıp uyuyordum. Bu düzene son derece sürekli bir biçimde bağlı kaldım ve gittikçe keyif almaya başladım. Bir de, arada çevrim içi atölyelere katılıyordum. Mesela tam o süreçte çevrim içi bir dans festivali düzenlendi. Ben de Müzikal'den arkadaşım Serra'nın paylaşımı sayesinde bu festivale kayıt oldum. Dünyanın ve Türkiye'nin birçok yerinden dans eğitmenlerini tanıma fırsatı buldum. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nden akademisyenlerin olduğu, uygulamalı, bir hafta süren, ücretsiz bir çevrim içi festival! Harika ötesi bir deneyimdi:


                      

Ablam ve yeğenim evde geçirdiğim bu kadar uzun vakitlerde bana şaşırarak bakıyorlardı. Çalışmak zorunda olmadığım, herhangi bir şey yetiştirmek, not kaygısı gütmek, pazara gitmek, yemek yapmak zorunda olmadığım ve salt felsefi okumalar yapabildiğim bu dönemde en az dans etmek kadar okumalardan keyif alıyordum. O balkonda birden geçmişe baktığımda bugüne kadar bu okumaları keyif aldığım için değil yapılmasını gerekli gördüğüm için yaptığımı fark ettim. Ben felsefeden keyif almıyordum onu yaşamımın zorunlu bir parçası olarak görüyordum. Hatta bu yüzden çok yorulduğum zamanlar oldu. Mesela bitirme çalışması sürecim son derece zordu. Ne çok zayıfladım o süreçte, ne çok döküldü saçlarım. Uzaktan bir akrabamız uzun bir aradan sonra beni gördüğünde-tam da mezuniyet sonrası- bana harçlık verdi. Okurken değil, bakın mezun olunca☺☺☺ Yani zayıflıktan ölmüyordum elbette ama o kişinin zihninde ergenlik halim olduğundan ve ergenliğimde etine dolgun bir genç olduğumdan felsefe lisansımın ve bitirme çalışmamın ardından fiziksel görünüşümdeki gözle görülür zayıflık akrabamızın vicdanına dokunmuş olmalı :D Her neyse ama şimdiden baktığımda hayatımın en güzel yıllarından biri o en çok ağladığım, zorlandığım, zayıfladığım yıllar. Hermeneutik-yorum faaliyeti- dediğimiz şey zamandan bağımsız değil, çünkü varlık zamandan bağımsız olamıyor. Bugün, bugüne kadar olan deneyimlerimle yorumluyorum olup bitenleri, yıllar sonra ise o zamana kadar olan, benim için önem arz eden deneyimler ve değerlerle yorumlayacağım. Sizler de öyle.. Herhangi bir eseri ilk gençlik yıllarınızda okuyup ardından ilk yetişkinlikte okuduğunuz oldu mu hiç? Öyle bir şey bu.. Öncesinde fark etmediğiniz önemsemediğiniz belki de bir şeye takılacaksınız. Ya da tam tersi.. Her neyse gelgelelim Adana'daki ailemin evinin balkonuna ve güneşin altındaki bana..Ben kimse için, kimseden üstün olmak ya da kimseye kendimin ne kadar donanımlı olduğunu göstermek veya kimseden onay almak için felsefe okumuyordum. Tıpkı diğer uğraşlarımı bu gibi amaçlarla yapmadığım gibi..O odada neredeyse aylarca her gün gitar çalmaya, spor yapmaya, dans etmeye, felsefi okumalar yapmaya devam ettim. Ama felsefenin bütün bu diğer uğraşlardan bir farkı vardı. O güne kadar beni kendi koyduğum zorunluluk ilkesiyle harekete geçirdi. Evet felsefe, üniversite tercih zamanına kadar aklımın ucundan geçmeyen, lise öğretmenimin yönlendirmesiyle yazıp okumaya başladığım, lisansın sonlarına doğru ise bu hayatta benim kendime örtülü olarak koyduğum zorunlu bir yaşam rutini haline gelmişti; ama felsefi okumalardan artık keyif alıyordum.Tıpkı milongalarda dans eden insanların adımlarını izlerken aldığım keyif gibi. Kimse beni zorla milongaya götürmedi. Kimse bana "tango yap" demedi. Kimse bana tangoyu önermedi bile ... Ben seçtim ve devam ettim. Üniversite 1. sınıftan beri de hayatımda. Felsefeyle birlikte girdi hayatıma ve en az felsefede attığım adımlar kadar adım attım orada da..Ama asla zorunluluk ilkesiyle değil, hep kendiliğinden gittim milongalara..Şimdi, bugün hayatımda zorunlu olarak bulunmasını örtük de olsa istediğim bu alanın, benim hayatımın asli parçasına dönüştüğünü ve içinde kendimi kimseye ispatlama ihtiyacı gütmeden kuşun kanadı, gülün dikenini yargılamaması gibi kendiliğinden bir oluşa dönüşümünü izledim. Bu harika bir şey.. Her ne yaparsam yapayım o benim hayatımın bir parçası olarak var. Hem de kendiliğinden. Dolayısıyla beni philosophia'ya-bilgelik arayışına- yönlendiren sevgili lise öğretmenim Burhan Ilkılıç'a ( kendisi bir youtube kanalında film okumaları yapıyor-bağlantısı burada-)  ve lisansın son yıllarında tanıdığım, bitirme çalışmamda danışmanım olmayı kabul eden, felsefenin zorunluluğunu örtük de olsa fark etmemi sağlayan, sevgili Prof. Dr. Kaan Harun Ökten'e sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Evde geçirdiğim bu yoğun ve uzun günlerin sonunda ablamın arkadaşlarıyla düzenlediği ve yeğenimle beni de dahil ettiği Kapadokya turundan kareler:


       Aşağıdaki kare ise ablamın, hastaneden emekli olduktan sonra ailesinin tur düzenleme işine dahil olan arkadaşı, Feride Ablanın, tur sayfasına reklam mahiyetinde elimize tutuşturduğu Divan Turizm çubuklarıyla ilk karşılaşmam. Ne yazdığını okumaya çalışırken fotoğraflarımız çekilmiş. Yeğenim de "hep bu kovboy şapkalarından dolayı dikkat çekiyoruz teyze ☺" derken fotoğraflarımızı çeken kişi "nee teyze mi???" diyor ve böylece tur boyunca bana teyze diye sesleniliyor. Oysa o kadar da söyledim ona "teyzecim, bana teyze deme!" diye. O ise "tamam teyzeee" diye karşılık veriyor :



      Annişim Antalya'dan döndü. Hayat Ademle Havva'nın cennet bahçesi gibiydi. Güneş, sakinlik, kendi başınalık, aile sevgisi, bir aradalık, güvende ve konforda olma hissi..Derken bizim çok kardeşli aile yapımız ve aile büyüklerimizden halamın yaşadığı sağlık sorunları bizleri yeniden bir araya getirdi. Halam iyi değildi. Solunum problemi yaşıyordu. Yer yer annem yer yer ailemizin kalan üyeleri halamla kalıyordu. Oğlu Halit Abi psikolojik olarak çöküntüdeydi. Bunca zaman hep annesiyle yaşamıştı ve annesinin sağlık durumu onu feci halde üzüyordu. Antalya'dan ablam, eşi ve çocuklarıyla geldi. Ardından abim, eşi ve çocuklarıyla geldi. Mersin'deki ablam, eşi ve çocuklarıyla geldi. Hepsinde halamın durumunun tedirginliği vardı. Bir arada olmayı seven bir ailem vardı. Bütün bu bir aradalıklar güzel şeyler tabi ki; ama ben yüksek lisansa hazırlanıyordum ve tüm bunlar dil sınavına hazırlandığım o zaman diliminde gerçekleşti. Sahiden güzel bir ailem var. Bir arada, birbiri için elinden geleni yapan insanlardan kurulu. Her ailede olduğu kadar fazla bir aradalık yer yer pürüzler yaratsa da seviyorum ailemi. Ama benim seçtiğim bu yol ailemin bir aradalık anlayışıyla örtüşmüyor. Yani bütün o okumaları yapmaya çalışırken annemin de gelişiyle ve ablamın aşırı sosyal hastane çalışanı karakterinin komşularımız üzerindeki inanılmaz çekici etkisiyle, yazın da iyice bastırmasıyla, her akşam tekrarlanan akşam oturmaları, balkonda çaylar vs. Ah! Yazarken içim sıkışıyor. Mesela sırtımda evim olsa parmağımı şıklatıp kaçabilsem oraya okumalarımı yapsam, rutinimi yapsam ardından hop ailemin yanına ışınlansam; ama yok, insan bir makas gibi belirlenmiş bir varlık değildi ya, kendi kendini belirleyebilirdi ya, sevgili Sartre'ın dediği gibi.. Bir seçim yapacaktım o halde. Ama içinde bulunduğum imkanlar özelinde.. Ya bu yaşam rutinimden vazgeçecek ben de akşamları balkon oturmaları yapacak, ablam ve arkadaş çevresiyle arabada şarkılar açıp iş çıkışı sohbetler edecek, annemle televizyon izleyecek, yeğenimin liseden kalma üniversiteye yeni başlayan arkadaşlarıyla kahveler içecek ve yaşam hikayelerini dinleyecektim ya da kendi evimi yeniden kuracaktım. Bu arada saydığım bütün bu şeyler kısa vadede çok harika şeyler, keyifli, hatta zaman zaman burnumda tütüyor, bir aradalığı ben de seviyorum; ama her zaman değil. Ve bir rutinim var: yürümek, spor yapmak, kitap okumak, müziğe dair bir şeyler öğrenmek istemek, öğrendiklerimi yazmak, atölyeler düzenlemek gibi gibi.. Bunlar benim yapacak hiçbir işim olmadığında yaptığım şeyler. Peki ya yapacak işlerim olduğunda? Dolayısıyla ikinci özgürleşmeyi büyük bir kırılmayla yaşayacaktım. Bugüne kadar yine örtük olarak yer yer kendimi ailemden uzakta yaşadığım için suçlu hissettiğimi fark ettim. Çünkü annemi, ablamı ve yeğenimi seviyorum. Ama onlarla yaşamayı tercih etmiyorum. Çünkü onlarla yaşayan beni, uzun vadede hoş bulmuyorum. Ama tam o zaman, dil sınavına günler kala, tüm kardeşlerimin toplaştığı o zaman diliminde, evimizin herkesin evi-aslında hiçkimsenin- olduğu günlerden birinde anladım: Antalya'daki ablamın, ailemizi ve eşinin ailesini ziyaret etmek amacıyla yaptığı akraba ziyaretlerinde, çocukları oradan oraya yorulmasınlar diye evde bıraktıları; Mersin'deki ablamın, yaşadığı çevredeki kuaförleri tercih etmek istemediğinden tüm saç-boya işlerini Adana'ya sakladığı ve iki çocuğunu evde bırakıp kuaföre gittiği günlerden birinde ; Adana'daki ablamın, çok küçük yaşlardan beri çalışıyor olmasının etkisi ve mizacının da getirisiyle, evin kalabalık olduğu dönemlerde, evdeki sorumluluğunu, evde bulunmamak adına, evin içindeki insanların dışarıdaki problemlerini üstlendiği; kızının ise yaşının da getirisiyle, evde misafir olduğu günlerde tercihini arkadaşlarıyla zaman geçirmekten yana kullandığı günlerden birinde, kütüphaneden dönerken komşumuzu kapının önünde buldum. Ne olduğunu sorduğumda, annemle hastaneye gittiklerini, dönüşte yedikleri yemeğin annemi rahatsız ettiğini, ona maden suyu getirdiğini, söyledi. Eve girdim annem uzanıyordu. Komşumuzun getirdiği maden suyunu içti. Ablam arıyor komşumuzu, annemin başında beklemesini, kuaförde olduklarını, bir yarım saate evde olacaklarını söylüyor. Komşumuzda okey. Zaten sürekli yan yanalar. Tüm kardeşlerime tek tek mesaj attım. Ardından akşam, çocuklarının, tuvaletin duvarlarına, peçeteleri ıslatıp ıslatıp attıklarını, söyledim. Tavanda falan kurumuş peçeteler var. Kimse fark etmemiş. " 'Kim yaptı?' diye sormuyorum. Çocuk bunlar elbette böyle davranışlarda bulunmaları imkan dahilinde; ama daha önemli olan soru şu: Neden kendi evlerinde ya da birbirinizin evinde değil de bu evde yapıyorlar? Ya da siz neden tek tek kendi evlerinizde son derece düşünceli-zaman zaman kafam esince Mersin'e, kafam esince Antalya'ya giderim. Kardeşlerimi özler ve onlarla zaman geçirmekten keyif  alırım- son derece hoş insanlarken buraya geldiğinizde bu kadar sorumsuz oluyorsunuz? Sizlerin başka başka evleri olabilir, hatta mesela Adana'da yaşayan ablam kendisine başka bir düzen kurmak yerine burada, ailesinin evinde yaşamayı tercih etmeye devam edebilir; ama ben her ne kadar burada yaşamasam da burası hala benim yeryüzündeki tek evim." dedim. Elbette üzüldüler; ama aynı şekilde yaşamaya devam ettiler. Evet ertesi gün davranışlarında daha duyarlılardı; ama sonuçta orası herkesin eviydi onlar için. Herkes de hiç kimseydi. Dolayısıyla hiç kimse o günkü konuşma yapılana kadar aile içindeki davranışları konusunda kafa yormamıştı belli ki. Tek tek sahiden güzel insanlardı kardeşlerim. Hatta Antalya'daki ablam eşi ve çocuklarıyla sömestr tatili için İstanbul'a geldi. Yarın buradaki ablamla birlikte buluşacağız. Mesela yıl başında yeğenim geldi. Bir hafta boyunca gezdik, güldük, eğlendik. Annem, son yıllarda, teyzemin kocası vefat edince bir şekilde tatillerinde teyzemle bir arada oluyor. Mesela son 3-4 aydır teyzem Adana'da annemlerde kalıyor-hatta 2-3 ay önce İstanbul'a gelmişlerdi-. Acayip eğleniyorlar bugün konuştuk. Ablamlarla birkaç gün geçirdikten sonra Adana'ya annemleri görmeye gideceğim. Bir hafta eminim çok da keyifli geçecek. Çünkü komikler ☺. Ama o gün çok sinirlenmiştim. Özellikle Mersin'deki ve Adana'daki ablamla hala limoniyim. Ertesi gün dil sınavım vardı. Bu hayatta benim de başaramadığım bir şeyler vardı. Bu dil sınavı da onlardan biriydi. 1,5 puanla okulun istediği baraj puanını kaçıracaktım. Elbette bunun tek nedeni sınavdan önceki son günlerin talihsiz bir zamana ve kardeşlerimin tıpkı benim kendimi özgür ve konfor alanımda olduğumu düşündüğüm gibi kendilerini özgür ve konfor alanlarında hissetmeleri değildi. Özgürlük sorumluluk gerektiriyordu yukarıda yaptığımız tanımlamada. Kardeşlerim de hayatlarının o döneminde belki başka sorumlulukların da etkisiyle bazı sorumluluklarını unutmuş ya da hatırlamayı tercih etmemişlerdi. Olabilirdi. Olmasa daha güzel olurdu elbette; ama başka şeyler de vardı. İkinci kırılma noktam ve özgürleşmem demiştim ya; bunca zaman kendimi ailemden uzakta yaşadığım için suçlama halinden kurtulmuştum. Herkes kendi yağında kavruluyordu. Ben de istediğim hayatı yaşıyordum. Ne kendimi ne de ailemi ne de bir başkasını suçlama gibi bir şey söz konusu olamazdı. Açık ve net olmalıydım. Düşüncelerimde ve sözcüklerimde. Önce kendime sonra çevreme. Sonrası ? Özgürlük işte! Feci sorumluluklar; ama inanın bütün bunları anlamak da bir bitirme çalışmasını tamamlamak kadar insanı özgürleştirebiliyor. Sonunda kimse size AA vermesede. Peki olan neydi o zaman? Dağılmıştım. İyi de olacaktı belki. Sonuç çıkarma hastalığına yakalanmak istemiyorum yine. Yeni yeni sıyrılmaya çalışıyorum bundan. Her şeyin fazlası zarar. E denge de mühim ve ne mutlu ki Herakleitos'un dediği gibi "Güneş Her Gün Yeni" ✌


                                             

              O halde Şubat'ta görüşmek dileğiyle,

                   Ancak yazabildim Ocak ☺❤

   

Kaynakça

* Nasıl Hoşunuza Giderse, William Shakespeare, Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi, İngilizce Aslından Çeviren: Özdemir Nutku, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

*İlk Çağ Felsefe Tarihi 1- Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi, Prof. Dr. Ahmet Arslan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

*Reader at Work 1, Bülent Kandiller-Aysun Velioğlu, Odtü Yayınevi.

* Burçlar, Astroloji ve Kültür Krizi - Böyle Buyurdu Kültür, Nevzat Kaya & İlker Canikligil:  bağlantısı burada

*Egemen Dişli ile A'dan Z'ye gitar eğitimi: bağlantısı burada

*The Economist Dergisi: bağlantısı burada

*İngilizce Yökdil, YDS vb. sınavlara çalışmak için Test Atölyesi Youtube Kanalı: bağlantısı burada

*Tahta Kalem okuyucusu sevgili Amelia'nın önerdiği İngilizce okuma sayfası: bağlantısı burada

*Lise Felsefe Hocam sevgili Burhan Ilkılıç'ın film okumaları yaptığı Youtube Kanalı: bağlantısı burada


Tahta Kalem

Telif Hakkı©2021-2022 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2021-2022 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright notice and links are included. https://tahtakalem01.blogspot.com/


      

İnsanların Ağaçlar Gibi Kökleri Olmadığından Ordan Oraya Savrulup Dururlar

            Apartmandan çıkar çıkmaz kapıda Cihangir Meydan'ın köpekleri karşılıyor beni. İnsan sürekli bir yerden bir yere gidince ve k...