2022/04/30

İnsan Ara Sıra Evini Yakmalı Ve Çıkıp Dışardan Seyretmeli



       Bugün bir arkadaşım aradı. Uzun yıllardır tanıdığım, kendini yontma sürecine zaman zaman da olsa tanıklık ettiğim ve yaşam serüvenini tek başına sırtlanmasına imrendiğim biri. "Roz artık yoruldum. Çok uzun zamandır çalışıyorum. Çok uzun zamandır yalnızım. Mesleğimin hayatımdaki her şeyin önüne geçmesinden yoruldum. Bir ilişki nasıl kurulur? Bunu bile hatırlamıyorum. Hatta belki de bilmiyorum. Bugün birinden benimle duygusal bir ilişki kurmak istediğine dair bir işaret görsem gözüm kapalı kabul ederim. O denli yoruldum yalnız olmaktan." dedi. O öyle deyince bir başka arkadaşım geldi aklıma. Uzun yıllardır o ülke senin bu ülke benim gezmiş üç-dört tane dil bilen, çalışma disiplinine çokça imrendiğim biri. Bir ilişki kurdu yakın zamanda. İlişkide olduğu kişiyi gördüm. Kendi yalnızlığından kaçması için değerlendirilmiş bir fırsat gibi göründü gözüme. Çünkü arkadaşım hala olduğu kişiydi. Bakışlarında, halinde ve tavrında en ufak bir değişiklik yoktu. Yani insan az biraz değişmeyecekse bir ilişkiye neden girerdi ki? Yalnızlıktan kaçmak için olsa gerek. Ya da yalnızlıktan sıkıldığından. Çok derin bir mevzu bu. Bilinç akışımı aktarırken bile durmama neden oluyor. Henüz kendini arayan ve anlamaya çalışan varlığın ötekiyle karşılaştığı yer. Kaldı ki kendin de aynı kalmıyorsun. Bu nedenle arada kendine de dönmen gerekiyor. Nisan ayında Opus Noesis'in düzenlediği sevgili Fulya Sormazöğüt'ün kolaylaştırıcılığında yürütülen "Sevgi" adlı Topluluklarla Felsefe Atölyesi'ne katıldım. Yetişkinler için olan bir p4c atölyesi olduğundan neredeyse 25 yaş ve üzeri, farklı yaş grubu ve mesleklerden insanlarla yapılan bu atölyeden geriye şu sorular kaldı: 

 *Sevgi nedir?

*Kendimize yakın hissettiğimiz kişi ya da şeyleri mi severiz?(Bağ kurduğumuz)

*Birine, bir şeye sevgi duymamızı sağlayan şey kendimiz miyiz yoksa sevgi duyulan şeyin varlığı mı?

*Sevgi, kendini görebildiğin yer mi?

*Neyi/Kimi seveceğimizi seçebiliyor muyuz?

*Sevgi öğrenilmiş/öğrenilebilen bir duygu mu?

*Birini hiç tanımadan, ilişki kurmadan sevebilmek mümkün mü?

*Sevgi biten bir şey midir?

*Sevgi için değişmek gerekir mi?

*Sevgi her zaman huzur verir mi?

*Güvenin olmadığı yerde sevgiden bahsedilebilir mi?

*Sevgi fedakarlık ister mi?

*Sevgi her zaman mutluluk getirir mi?

*Birini olduğu gibi kabul etmek sevgi midir?

*Sevgi tek taraflı mıdır?

*Sevgisiz yaşanır mı?

*Sevgi karşılık bekler mi? Her sevgiye karşılık verilir mi?

*Koşullu sevgi olur mu?

*Sevginin ölçütü nedir?

*Sevgi nasıl gösterilir?

*Sevgi emek gerektirir mi?


Vay canına! Sahiden zor bir fizik ya da matematik problemi kadar zor sorular bunlar. Hatta belki onlardan bile zor. Çünkü başlangıçta bize verilen bir formül yok. Formül diye gördüğümüz, tanıklık edilen yakın çevre ilişkileri ya da edebi eserler veya filmler aracılığıyla tanıklık ettiğimiz ilişki türleri olsa da işin içine kendimiz girmedikçe anlaşılmayan cinsten bir problem bu. Nitekim ben de yaşadığım o uzun yolculukların sonunda-bağlantısı burada- ilk defa ciddi ciddi ilişki kavramını karşıma koyacağım bir döneme yavaştan geçiş yapıyordum. Dil sınavına hazırlık sürecimde yaşadığım duygu durumlarını Tahta Kalem'in Güneş Her Gün Yenidir başlıklı yazısında-bağlantısı burada- aktarmıştım. Ailemin yanına döndükten bir ay sonra yeniden yola çıkmak üzere hazırlıklarıma başladım. Yüksek Lisans için girmem gereken tüm sınavlara girmiştim. Şimdi İstanbul'a dönüp dağıttığım düzenimi yeniden toparlamalıydım. 

     Uçaktayım. Kafamda milyonlarca soru. Yaklaşık bir saat sonra İstanbul'da olacağım. Ablama geçip ardından ev bakacağım. Tuhaf bir biçimde serin kanlıyım. Henüz bir işim yok. p4c atölyelerimi büyütmeyi düşünüyorum. Annem ev tutmamı ve atölyeler için gerekli ekipmanlar almamı sağlayacak bir bütçe desteğinde bulunuyor. Dolayısıyla ilk ay endişelenmeme neden olacak maddi bir unsur yok. Kendime güveniyor ve milyonlarca soruyu akışa bırakıyorum.

     Sabiha Gökçen'de iniyorum. Valizimin gelmesini bekliyorum. Antalya'da yaşayan ablam arıyor. Kendisi Türkçe Öğretmeni.. Meslek hayatındaki bunca yıldan sonra ilk defa özel ders öğrencisi almaya başlamış. Epey de talep varmış. O sırada valizim geliyor ve uçak havalanmadan önce tanıştığım biri, bir elinde telefon ablama laf yetiştiren bana yardım etmeye başlıyor. Kaçan valizi de yakalayıp kendisine teşekkür ediyorum ve taksiye binip ablama geçiyorum. Kapıda yeğnim karşılıyor beni. İstanbul'a ilk geldiğimde ortaokuldaydı. Şimdilerde liseden yeni mezun oldu. Boyu boyumu geçiyor ve arkadaşıyla valizlerimi alıp yukarıya taşıyorlar. Yıllarca o evden o eve geçişlerimde de hep eşyalarımı taşımama yardım ettiler. Dolayısıyla hangi valizde kitap olduğunu anladığı an ondan vazgeçiyor ve arkadaşına kitaplı valiz düşüyor. Arkasından da gülüyor. Kendisi de zamanında bolca taşımıştı.

     Ev ahalisiyle selamlaşıp mutfağa, her zamanki köşeme oturuyorum. Ablam da korona sürecinde evinin tadilat işlerini halledenlerden. Etrafı bir güzel gezdirdikten sonra başlıyoruz konuşmaya. Derken sıra işe geliyor. Klasik "ee Roz n'yapıcaksın?" sorusundan sonra artık salt atölyelere odaklanmak istediğimden, söz ediyorum. Derken telefonum çalıyor. Arayan bölüm başkanımız Sabri Hoca. Sosyal Medya'da İstanbul'a seyahat ettiğime dair konum paylaşımı yapmıştım. Henüz üniversiteden yeni mezun olduğum yıl, Opus Noesis'te, Metin Hocayı asiste ederken bir p4c atölyesi sırasında Doğa Okulları'nda çalışan Gizem ile tanışmıştım. Kendisi bir Felsefe Öğretmeni olduğunu ve çalıştığı kurumda alım yapılacak olursa bana haber vereceğini söylemişti. Ardından yine Metin Hoca vasıtasıyla Doğa'nın Felsefe Bölüm Başkanı Sabri Hoca ile tanışmış ve Doğa Okulları'nda ilk görevime başlamıştım. O zamandan beri de başka bir kurumda çalışmadım. Evimi kapattıktan sonra sözleşmem de bitince işten çıkmış Yüksek Lisans'a hazırlanmak amacıyla başka bir işe de başlamamıştım. Gizem'i, göreve ilk başladığım yer olan Bahçeşehir Kampüsü'ne yönlendiriyorlar. Ancak kendisi iki kampüse daha gittiğinden Bahçeşehir ona konum itibariyle ters geliyor. Tam o gün benim paylaşımımı görünce Sabri Hoca'ya benim İstanbul'a döndüğümü, söylüyor. Sabri Hoca'da "yeniden bizimle çalışır mısın?" diye soruyor. Elbette çok mutlu oluyorum. Sabri Hoca gibi yeniliğe açık, her an kendini geliştirmeye devam eden ve öğretmene değer veren bir bölüm başkanıyla çalışmak elbette çok kıymetli. Ama kafamda atölyelere yoğunluk vermek olduğundan İstanbul'a henüz bir saat önce geldiğimi, eğer mümkünse dinlendikten sonra kendilerine en geç ertesi gün dönüş yapacağımı, söylüyorum. Sahiden çok seviniyorum. Sabri Hocayla çalışmayı elbette seviyorum, işimi de öyle; ama önce halletmem gereken bazı şeyler var. Ev bulmak gibi, olur da dil sınavından geçmiş olursam hafta içi olacak olan yüksek lisans derslerim gibi ve haftada en az bir gün yapmak istediğim p4c atölyeleri gibi.. Nitekim ertesi gün ablamla, gelmeden önce seçtiğim kiralık dairelere bakmak adına, Avrupa Yakası'na doğru ilerlerken bir benzincide duruyoruz. Ablam kahvelerimizi almaya giderken ben de tüm bu kafamı karıştıran şeyleri Sabri Hoca'yla paylaşıyorum. Bahçeşehir'deki ders sayısının haftada iki güne tekabül edeceğini, olur da yüksek lisansa başlarsam ders programımın ona göre ayarlanabileceğini, ev arama sürecim için de derslere bir hafta geç başlayabileceğimi, kendisinin bu yıl ilkokullarla pilot p4c atölyeleri yapacağını, önümüzdeki yıllarda tüm Doğalarda "Çocuklarla Felsefe" atölyelerinin olabileceğini, böylece ders saatlerimizin de artabileceğini, söylüyor. Ben de Studio'da yaptığım atölyelerden ve bir sayfa açıp atölyelere daha çok ağırlık vermek istediğimden, söz ediyorum. Ardından Bahçeşehir'i kabul ediyor ve müdürümüzü arıyorum. "Hocam bu hafta başlayın. Olur da ev işiniz tam çalıştığınız güne denk gelirse size izin vermiş oluruz. Hem ilk hafta yeni öğrencilerimizle tanışmış olursunuz hem de ders saatleriniz boşa gitmemiş olur." diyor. Böylelikle bir iki gün sonra başlayacak olan işimi kabul etmiş oluyorum.

     Ablamla eve dönüş yolundayız. Kasımpaşa'daki bir komşum aracılığıyla kiralık bir daireye bakmaya gelmiştik. Ama içimize sinmedi. Şimdi son beş-altı yıldır yaşadığım Tepe Başı Caddesi'inden geçerken dönüp dağıttığım düzene bakıyorum. Her zaman uğradığım pastaneye uğrayıp dönüş yolunda atıştırmak üzere tatlı bir şeyler alıyorum. "İnsan ara sıra evini yakmalı ve çıkıp seyretmeli" diyen Şule Gürbüz gibi seyrediyorum yaktığım evimi. 

     Arabadayız. Cam açık. Radyoda Göksel "her şeye rağmen yaşamak güzel İstanbul'da. Yarabbi Şükür, Şükür" diyor. Boğazdan her geçişimde kalbim atıyor. Ablam da yirmi küsür yıldır İstanbul'da yaşıyor. Onun da kalbi atıyormuş. Kalbimiz ata ata geçiyoruz boğazdan şükür.

     Metin Hoca'yla konuşuyorum. İstiklal'de apartı olan bir arkadaşından bahsediyor. İçime sinen bir yer bulana kadar belki orada idare edebileceğimi, söylüyor. Ertesi gün küçük bir valiz alıp düşüyorum yola. Asıl şimdi kucaklaşıyorum İstanbul'la. Bilinmezliğin içinde adım atarken sarmalıyor bu şehir en çok beni. Metin Hoca'nın bahsettiği apart Kumbaracı Yokuşu'nda. İniyorum yokuştan elimde valizle. Apart denilen yer aslında paylaşımlı daire. Nitekim bir apartmanın son katına çıkıyorum. Dört odası olan bir daire burası. Dairenin sahibi ve Metin Hoca'nın tanıdığı olan kişi, başlıyor düzeni anlatmaya. Ama ta başta içeri adım atarken anlıyorum ben orada yaşamayacağımı. Bunca yılın sonunda artık hislerime de aklım kadar kıymet vermeyi öğrendim çok şükür. Evdeki tek kadın ben olacağım ve uyumak için tutacağım, içinde sadece kanepe olan odanın küçük mü küçük balkonunu, çamaşır sermek için kullanabilecekler. Hayatın bazı dönemleri olur ve o dönemlerde amacına hizmet ettiklerinden bazı koşulları çok irdelemeden kabul edersin; ama başka bir yeri tutup yaşayabilecekken ve bunun için zamanım varken neden böyle bir deneyim yaşatayım kendime? Her neyse gerildiğim zaman yapılacak en güzel iki faaliyet yemek yemek ya da uyumak. Ben de Antakya Dürüm Evi'ne gidiyor bir güzel karnımı doyuruyorum. Ardından Bahçeşehir Üniversitesi Müzikal Tiyatro Akademisi'nin koordinatörlerinden Adnan Hoca ile görüşüyorum. Bahçeşehir Üniversitesi, Konservatuar açtı ve bizim ilk yıl eğitim gördüğümüz BAU İDEA Kampüsü de Konservatuar'a taşınmış. Konservatuar'ın olduğu bina eski Haliç Üniversitesi. Ben de Pera Sanat'ın yakınlarındaki EspressoLab'da oturmuş sosyal medyadan bulduğum odaları inceliyorum. Dolayısıyla Adnan Hoca'yla görüştükten sonra "yakınlardaysan gel, Konservatuar'dayız" der demez kalkıyorum. Valizimi Antakya Dürüm Evi'ne bırakmıştım. Az biraz şu ev arama işinden uzaklaşmak iyi gelecek. Bir de bir Konservatuar'ın açılışına tanıklık etmiş olacağım. Daha ne olsun! neredeyse on-onbeş dakikaya oradayım. Adnan Hoca'yla selamlaştıktan sonra Asmalı Sahne'nin kurucusu Petek Kırboğa ile tanışıyorum. Birkaç hafta sonra oyununu izlemeye gideceğim. Adnan Hoca bize Konservatuar'ı gezdirmeye başlıyor. Tek kelimeyle Ha-ri-Ka. Birkaç haftaya burada derslerimiz başlayacak. Müzikal Tiyatro eğitimimizin ilk yıl korona nedeniyle tamamlayamadığımız Sahne, Dans, Korrepetisyon gibi uygulamalı derslerinin telafilerini Ocak ayına kadar burada tamamlayacağız. Sonrasında ikinci sınıf olacağız. Müzikal dersleri çoğunlukla hafta sonu olduğundan-ola ki hafta içi oldu, o zaman da akşam saatlerinde olduğundan- rutinimde bir aksaklığa neden olmayacak. Aksine ruhumu parıldatacak. Harika!

     Adnan Hoca'yla biraz sohbet ettikten sonra en azından okulun ilk iki gününü atlatana kadar kendisinde kalabileceğimi, kendisinin de Konservatuar'ın açılış süreci dolayısıyla çok yoğun olduğundan evde çok durmadığını söylemesiyle bu teklife balıklama atlıyorum. Aksi halde bir otelde kalacağım. Böylece ablama git-gel yapmak yerine ev işine de odaklanabilirim. Adnan Hoca'yla Asmalı'da oturuyor Müzikal üzerine sohbet ediyoruz. Şan Hocam olan Lynn Hoca'nın bu yıl bizimle devam edemeyeceğini, söylüyor. Çok ama çok üzülüyorum. Çünkü müzikale başlamamın temel nedenlerinden biri; hem zaten hayatımda kendimi bildim bileli bir tutku mahiyetinde yer alan dans ve tiyatronun iç içeliği hem de sesimi geliştirmek adına alacağım Şan Eğitimi'ydi. Lynn Hoca sahiden harikulade bir insan. Gerçek bir eğitmen. Nasıl üzülüyorum anlatamam. Bilgi sahibi çok insan var; ama işinin ehli bilge insana denk gelmek çok kıymetli. Dolayısıyla az sayıda oluyor bu kimseler. Dans eğitmenimiz danstan soğutmuştu mesela beni. Bilgisiz miydi? Asla! Ama eğitmen olabilecek bilgeliğe sahip olmadığını düşünüyorum. Bir eğitmen öğrencinin içindeki potansiyelin açığa çıkmasına fırsat vermelidir. Sürekli emirler veren, gergin, sabırsız insanlara eğitmen gözüyle bakamıyorum malesef. Eğitimini Viyana'da tamamlamış olsa da kendine yakınlaşamamış kimse ötekine yakınlaşamıyor işte. Bu nedenle dans hocamızın değişiyor olması beni çok ama çok mutlu etti. Her ne kadar Lynn Hoca'nın bizimle olmayacak olmasına hala içerliyor olsam da..

     Adnan Hoca'nın evi Cihangir Meydan'daydı. Evde de şiirlerden, şarkılardan ve müzikallerden söz ettikten sonra bana ayrılan odaya geçip ertesi gün okulla yapacağım sözleşme için erkenden uyanmam gerektiğini hatırlayıp uyumaya çalıştım. Bir güzel uyumuşum. Sabah, Adnan Hoca'da Konservatuar'a geçeceğinden, erkenden uyanmış benimle birlikte evden çıktı. Müdür'den gelen whatsapp mesajına göre bir saat daha vaktim vardı. Adnan Hocayla Cihangir'deki pastanede oturup bir güzel kahvaltımızı ettik ve akşam görüşmek üzere yedek anahtarı alıp Şişhane'ye doğru yürümeye başladım. 

     Müdürümüz Süleyman Hoca'yı, Doğa Okulları, İTÜ Vakfı'na geçmeden önce birlikte çalıştığımızdan tanıyordum. Tam o süreçte bir önceki müdürümüz işi bıraktığından Süleymen Hoca, Bahçeşehir'e yeni gelmişti. Ardından korona patlak verince Mart ayındaki bir haftalık tatilde ben soluğu ailemin yanında aldım. Ola ki bir çözüm bulunamadı en azından ailemle olurdum. Bulunursa da dönerdim. Nitekim o bir haftalık tatilin sonunda çözüm bulunamadı, dersler online'a döndü ve şehirler arası yolculuklar yasaklandığından ben de ailemin yanında kaldım. Ne de güzel oldu. Bolca özlem giderip dinlenme fırsatım oldu. Bir yandan da derslerimi vermeye devam ettim. Sonra dönem bitti ve bir sonraki dönem ben izne ayrılan bir hocanın yerine Haliç Kampüs'te çalışmaya başladım. Sonrası da işte yeniden Bahçeşehir. Dolayısıyla zaten bildiğim bir kurum ve tanıdığım bir müdür olduğundan sözleşmemizi hemen yapıverdik. Ardından ev için görüşmeler yapmaya, anlaştığım yerlere bakmaya başladım. Akşam yine Cihangir'de, Adnan Hoca'yla oturmuş "ne izlesek acaba?" diye düşünürken buldum kendimi. Bir film açtık ve yarım yamalak izleyip sohbete devam ettik. Ertesi gün öğrencilerimle tanışacaktım. Dolayısıyla yine çok geç olmadan kendimi odaya attım. Ertesi gün:


     İlk gün hep aynı heyecan olur. Bir sürü genç tanıyacağım. Aralarında zaten tanımış olduklarım da var. Şimdi 12. sınıf olmuşlar. Dersine girmediğim ama beni tanıyan 11. sınıflar var bir de. Sanırım hazırlık ya da 9. sınıfltalarken 10, 11 ve 12'ler için düzenlediğim İllüzyon Müzesi etkinliğine gelmişlerdi. Bilgi Felsefesi'nde "Duyuların Göreceliği" problemi özelinde ve öğrencilerle birlikte bir deneyim yaşamak adına müze fikrini ortaya atmıştım. Süleyman Hoca'da "hocam diğer sınıflara da duyuralım. Gelmek isteyenler gelsin." demişti. Böylelikle aslında öğrencilerin birçoğu beni biliyor olduğundan ilk gün düşündüğümden de eğlenceli geçti. Korona'dan hemen önce yaptığımız İllüzyon Müzesi Gezisi'nden:


                          
     


     Dönüş yolunda mezuniyetten sonra Ravouna adlı tarihi butik otelde, birlikte dört ay kadar çalıştığım resepsiyonistlik yapan bir arkadaşımı aradım. İstanbul'a geldiğim ilk yıl tanışmıştım Akif'le. Dolayısıyla o zamandan bu zamana ailemden beni ziyarete gelenler olduğunda bir şekilde Akif'le de tanışıyorlardı. Kendisi Uluslar Arası İlişkiler mezunuydu. Ablama, yeğenime İstanbul'un tarihi yerlerini-gerçi adım başı tarih bu şehir ☺- gezdirirken bize rehberlik etmişliği boldur. Durumumu anlattım. Adnan Hoca'ya "en fazla iki gün kalırım" demiştim. Okulun ilk haftasını atlatmış bulunduğumdan ablama dönebilir ya da bir iki gün daha rahat rahat ev bakmak için otelde kalabilirdim. Akif bir otelde çalışıyordu. Dolayısıyla güvenilir ve uygun bir otel bulmamda bana yardımcı olabilirdi. Akşam 9 gibi işten çıkacağını o saatte buluşup konuşabileceğimizi, konaklama işini çözebileceğimizi söyledi. Ben de bütün bu yorgunluğu atmak adına Cihangir'de bir cafeye oturdum ve filtre kahvemi ısmarlayıp telefondan ev arayışıma devam ettim.  Aşağıdaki görsel twitterda karşıma çıktı. Ravouna'nın giriş kısmı. Sahiden burada çalışmayı seçmemin bir diğer nedeni-maddi getirisinden sonra- bu harikulade tarihi dokusuydu:



Hatta bir akşam, Felsefe Bölümü'nden arkadaşım olan Mehmet'in paylaştığı, İlber Ortaylı'nın bir youtube videosunu izlerken uyuyakalmış ertesi sabah tam burada Sevim Ablayla açılışı yaparken bu kapıdan içeri İlber Ortaylı girmişti. Sahiden uyanamadığımı düşündüm bir an. Ardından İlber Hocayı ve arkadaşını fotoğrafın tam sağ alt kısmındaki masaya aldım. Kek ve kahvelerini servis ettikten sonra da kimse onları rahatsız etmesin diye yakın masalara kimseyi yönlendirmedim. Sevim ablaya o kişinin İlber Ortaylı olduğunu ve ondan hesap almamamızın hoş olacağını söyledim. O da kabul etti. İlber Ortaylı ve arkadaşı da, ikramımıza tip kutumuzu selamlayarak karşılık verdiler. Yazarken bile gülümsüyorum. Çok tatlış bir anı bu ☺ Aşağıdaki fotoğraf ise akşamları iş sakinleyince bar kısmına geçip kahve yapan ben ve mesai saati yeni başlayan Akif:



Ardından Adnan Hoca'yla görüşüp akşam çıkacağımı, söyledim. O gün işinin epey uzayacağını, beni yolcu edemeyeceğini, anahtarın mühim olmadığını daha sonra buluşup kahvemizi içerken teslim alabileceğini, söyledi. Her ne kadar bildiğim ve çalıştığım bir kurum olsa da işe başladığım ilk günlerimde beni misafir ettiği için kendisine teşekkürlerimi ilettim. Ardından eve geçip eşyalarımı topladım. Ve iş yerindeyken beni arayan lise tiyatro kursundan arkadaşım Burak'la uzun bir sohbete daldım. Numaramı yeğenimden almış. Yıllar içinde birbirimize ulaşmaya çalışmış ama bir şekilde ulaşamamıştık. Amcası ablamla aynı hastanede çalışıyordu ama Burak'ın numarası diye verdiği numara kullanılmıyordu. Ben İnstagram'ı yakın zamanda kullanmaya başladığımdan o da beni bulamamıştı falan. Şimdilerde aşçılık yapıyordu ve yakın zamanda yurt dışında çalışmaya başlayacaktı. Hayatımızın en güzel zamanlarını, birlikte tiyatro yaptığımız yılları konuşurken saat 21.00'a geldi ve ben Akif'le buluşmak üzere evden çıktım. 


Eylül 2021'e kadar kalp ve zihin süzgecimde kalanları paylaştım. 

Hoş geldin Mayıs ❤


Ek1: İllüzyon Müzesi'nden, her köşesinde kendimizle karşılaştığımız bir masa:



Ek2: Göksel, Yarabbi Şükür: bağlantısı burada



Kaynakça

Kambur, Şule Gürbüz, İletişim Yayınları, İlk Baskı Yılı:2000.


Tahta Kalem


Telif Hakkı©2021-2022 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2021-2022 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright notice and links are included. https://tahtakalem01.blogspot.com/

2022/04/13

Aklını Da Yücelere Taşı ki Ruhun Ezilip Dibe Çökmesin

      


     Kadıköy'den Göztepe'ye giden bir otobüsteyiz. Gülibik kuzeniyle konuşuyor. Bu akşam Gülibik'de kalacakmış. Ben telefonda Şilan'la konuşmaya devam ediyorum. Yüksek lisans sınavında seçtiğim soruları paylaşıyorum. O da benimle aynı gün girdiği doktora sınavındaki sorulardan bahsediyor. Birbirimize iyi niyet dileklerimizi ilettikten sonra telefonu kapatıyoruz. Gülibik'in kuzeni çiğ köfte almış. Yememiz için ısrar ediyor. Benim tek lokma daha yiyecek yerim yok. Son günlerde yaptığım yolculuklar ve yaşadığım heyecanlar-bağlantısı burada ve burada- beni yeterince doyuruyor. Duş alıp salondakilerle vedalaşıyor ve Gülibik'in benim için ayırdığı odama geçiyorum. 9-12 yaş grubu ile yaptığım p4c atölyelerinde en çok üzerinde durup tartıştığımız konu arkadaşlık kavramı özelinde "gerçek bir arkadaşı, gerçek bir arkadaş yapan özellikler en temelde nelerdir? sorusu oluyor. Bu soruya farklı farklı zamanlarda yaptığım, farklı farklı 9-12 yaş grubu atölyelerinde aldığım yanıtlarla oluşan bir kesişim kümesi var. O kümenin elemanları:


*bizi seven

*bizimle oynayan

*bizimle bir şeyler yapmak isteyen

*bizi kollayan

*sırlarımızı saklayabilen

*bizi asla üzmeyen

*bizi anlayan

 

     Gülben'e minnettarım. Beni anladığı ve hayatımın bu döneminde beni kolladığı için. Bir de kesişim kümesinde olmayan ve sadece bir 9 yaş grubu katılımcısından aldığım bir cümle var: "gerçek bir arkadaş sana söylemeden seni bırakıp gitmemeli" demişti. Gitmek zorunda olsa da, seninle artık oynamak istemese de sana bunu söylemeden eylemde bulunmamalı. Eğer söylerse daha az acıtırmış. Bir şeyleri açıklık ve netlikle çok dolandırmadan söyleyebildikleri ve insana dair olanı en içten paylaşabildikleri için çocuklarla felsefe atölyeleri düzenlemeyi seviyorum. İnsana dair umudum artıyor.

     Ertesi sabah erkenden uyanıyorum. Yine bir gece önceden hazırladığım kıyafetlerimi giyinip çıkıyorum evden. İstanbul'un gözler önüne serdiği ihtişamını daha iyi görebilmek için vapurun en tepesine oturuyorum. Yaşayan bir sanat eseri bu şehir! Karaköy'de inip Şişhane'den metroyla Osmanbey'e geliyorum yine başım havada. Bu şehri en çok başımı yukarılara taşıyabildiği için seviyorum: 

Bir tek insan soyu yukarıya kaldırır mağrur başını, 

bedenini dik tutar, bakar öylece yeryüzüne.

Dünyevi bir varlık olarak aklını yitirmedikçe, 

bu duruş seni hep uyarır:

"Başını dikip göğü seyreden, alnını açan sen,

Aklını da yücelere taşı ki ruhun ezilip dibe

 çökmesin, dünyevi bedenin göğe akarken."

Boethius:  Felsefenin Tesellisi, 

Çeviren: Çiğdem Dürüşken,

5.Kitap, V; 10-15.

       Bir gün önce oturduğum cafeye geçiyorum. Bomonti Bira Fabrikası'nın hemen karşı çaprazında küçük bir yer. Filtre kahvemi ısmarlayıp elimdeki notlara göz gezdiriyorum. Bugünkü heyecanım dünkü heyecanımın neredeyse iki katı. Çünkü bugün hocalarımın karşısına geçeceğim. Onların sorularını bu defa sözlü bir biçimde yanıtlayacağım. Allahım umarım bu heyecanla bir patavatsızlık etmem, diye geçiriyorum içimden. Felsefe sakinlik ister. Sakin, dingin, açık ve net olmayı bir nebze öğrenebildiysem onun sayesindedir. Ama yine de bazen lank diye çıkan cümlelerim oluyor ☺. Çok komik ve bir o kadar gerçek bir teşhiste bulunmuştu alan dışından bir arkadaş: Sevgili Metin Hoca'nın İstanbul Medeniyet Üniversitesi ile düzenlediği (p4c) Çocuklarla Felsefe Eğitmen Eğitimi Sertifika Programı'nın son gününde, sertifikalarımızı almış Komşu Kapısı Maçka Dayanışma Derneği'nde kutlamalarımızı yapıyorduk. Metin Hoca " aldığınız bu eğitimi nasıl buldunuz? Düşüncenizde nasıl farklılıklar yarattı?" gibi bir soru sordu. Katılımcılardan biri "bu atölyelerin başında sürekli bir şeyler söylüyor, daha çok konuşuyordum. Bu iki ayın sonunda ise daha az konuşmaya başladığımı, daha çok nasıl düşündüğüm üzerine düşündüğümü fark ettim" dedi. Ardından ben söz aldım. Lisans yıllarımın başlarında ben de çok konuştuğumu, ilk yılın sonunda Samsun'dan İstanbul'a geçiş yapınca ve felsefeye dair aldığım ders sayıları arttıkça sesimi kaybettiğimi; ancak  lisansın son yıllarında sevgili Kaan Hoca'nın verdiği güven duygusu ve belirli bir konuda derinlikli okumalar yapmanın verdiği öz güven ile sesimi yeniden kazandığımı, söyledim. Aşağıdaki fotoğraf o günden. Tam 3 yıl olmuş:



     Mülakatım saat 10.15 gibi başlayacak. Bölüme geçiyorum. Mülakata gelenlerle tanışıyorum. 5-6 kişi kadarız. Bir de öğleden sonra gelecek bir grup var. Bir kişi hariç diğerleri farklı üniversitelerden mezun. Lisansı Mimar Sinan olan kişiyle sohbete devam ediyoruz. Benden de heyecanlı biri var karşımda. Kendimi onu sakinleştirmeye çalışırken buluyorum. Yeni mezun olmuş. Gözleri pırıl pırıl ve ürkek. Sıra bana geliyor. Derken tüm hocalar mülakatın yapıldığı sınıftan çıkıp odalarına geçiyorlar. Allahım biran evvel olsun bitsin şu mülakat. Yoksa heyecandan öleceğim. "Kendine gel Roz!" diyorum. "Her ne olacaksa olacak! Sakinle.." diye kendime telkin veriyorum bu sefer. Tam o esnada Bölüm Başkanı Bülent Gözkân elinde kettle ile çay ocağından çıkıp sınıfa giriyor. Ardından diğer hocalar.."Haydaaa.." diyor iç sesim: "Seni çiğ çiğ yiyecekler kızım. Üstüne de çay içecekler" diyor. Bülent Hoca çaydanlığını bırakmış bana sesleniyor. Sıra bendeymiş. "Nefes al Roz! Nefes al! Nefes al! Nefes al!" diyor iç sesim yerimden kalkıp sınıfa, Bülent Hoca'nın yönlendirdiği masaya geçip oturana dek. Tek tek hocalarımla selamlaşıyorum. "Hmm yeni biri var!" diyor beynim, gözümün ilettiği bilgilerden sonra. Bülent Hoca "Rozerin Hoş geldin. Biz seni biliyoruz. Ama yeni hocalarımız var. Kendini tanıt istersen" diyor. Az önce gözümün ilettiği bilgiyi yorumlayan beynim yeni kişiye yönelmemi, söylüyor. Kendini arayan bir benliğin o güne kadar yaptıkları üzerinden kendini tanıtmaya çalışıyor. Ne yaptığımız, kim olduğumuzu göstermiyor mu? Ya da ne yapmadığımız?..Varlık ve Hiçlik buna işaret ediyordu en azından, Özge Ejder'in 20. yy dersinden öğrendiğim kadarıyla.. Ben de başlıyorum yaptıklarımı anlatmaya.. Mehmet Şiray söz alıyor. Önce tangoya devam edip etmediğimi, soruyor ☺. Biraz müzikalden, biraz tangodan ve bütün bunların ruhumu nasıl beslediğinden bahsediyorum. Dün olduğumuz yazılı mülakatta seçtiğim soru özelinde "Heidegger, Nietzche için son metafizikçi diyor. Sence neden böyle düşünüyor olabilir Rozerin?" gibi bir soru yöneltiyor. "Hmm Heidegger öyle mi demiş? Bilmiyorum." diyorum, hafif gülümseyerek. Heidegger'in neden öyle dediğini sahiden bilmiyorum. Neyse, orada bilmiyorum diye de susmuyorum. Sesli bir biçimde düşünerek karşımda oturan beş hocayla düşünce zincirimi paylaşıyorum. Mehmet Şiray'da yorumlayabilmem için soruyu olabildiğince açıyor. Ben de başlıyorum yorumlamaya: "Metafizik! Önce metafiziğin tanımını yapmaya çalışalım. Aristoteles; bir tanımı, tanım yapan şeyin, sınırlarının konulmuş olması olduğunu, söylüyor. Metafiziğin sınırı neresi ki ?" diye soruyorum. Ben hocalarıma bakıyorum. Hocalarım bana bakıyor. Yani metafizik, fiziğin ötesiyse ve sınırını da koyamıyorsak "bu sınıfta bulunan kişi sayısı kadar metafizik var." diyorum. Nietzsche'nin "Tanrı öldü" cümlesi bile gelmiyor aklıma. O kadar da Torino Atı izleyip saatlerce patates yiyen bir baba-kızı sonuna kadar izleyebilme iradesinde bulunmuştum. Üstüne bir de Béla Tarr'ın filmografisi üzerine yazılmış Jacques Ranciere tarafından kaleme alınan Ertesi Zaman kitabını alıp okumuştum. Ah! Onlar da çok üstelemiyorlar. Bülent Hoca biraz Heidegger'in Varlık ve Zaman'ı üzerine sorular soruyor. Ben de bildiğim kadarıyla cevaplıyorum. Ardından Alper Yavuz söz alıyor. "Yazılı sınavda seçtiğiniz acı ile ilgi soruyu sadece Heidegger özelinde yanıtlamışsınız. Diğer filozoflar açısından ele alsaydınız mesela.." derken sözünü kesme düşüncesizliğinde bulunuyor ve onla aynı anda "Descartes" diyorum. O da "evet mesela Descartes özelinde yanıtlayacak olsanız nasıl ele alırdınız merak ediyorum" diye soruyor. Ben yine soluksuz "yook yapamam" diyorum. Öyle bir "yoook" diyorum ki sanki Heidegger babammış ve Descartes özelinde ele alırsam ona ihanet edermişim gibi.. Allah'tan bu içten hayırım hocalarda gülme isteği uyandırıyor da ortam yumuşuyor-en azından benim için 😊-. Bülent Hoca bana "yine de öyle demiyelim" diyor gayet içten. "Ben takım tutar gibi Heidegger tutmuyorum" diyorum. İyi de adam benim neden Heidegger çalıştığımı nereden bilsin ki.. Bülent Hoca da gayet mütevazı bir biçimde "Peki" diyor. Sonra yeni hocalarımızdan Hakan Yücefer söz alıyor. "Siz felsefeye değil de Heidegger'e gelmişsiniz gibi duruyor." gibi bir şey söylüyor. Felsefeye değil de Heidegger'e gelmek de ne demek! Yani sahiden hala anlamlandırmıyorum bu cümleyi. Heidegger bir filozof değil mi? Hem de bir 20. yy filozofu. Onla ilgilenmek doğal olarak felsefeyle ilgilenmek olmuyor mu? Kaldı ki Heidegger çalışmak bir Platon, Aristoteles çalışmaktan daha zor. Çünkü Heidegger çalışmak demek 20. yy'a kadar gelen tüm filozofları okumaya, öğrenmeye, anlamaya çalışmak demek. O an bu cümleleri paylaşamıyorum ne yazık ki. O an ağzımdan dökülen cümleler; felsefe tercihimin bilinçli bir tercih olmadığı, üniversite hazırlık sürecindeyken felsefe öğretmenimin yönlendirmesiyle felsefeyi seçtiğim, Heidegger'le karşılaşana kadar da felsefeye yeterince özen göstermediğim, oysa çok harika hocalarımın olduğu ve onları yeterince değerlendiremediğim; dolayısıyla yine aynı üniversitede, bu sefer farkında bir biçimde, yüksek lisans yapmak istediğim, oluyor. Heidegger'e neden bu kadar ilgi duyduğumu, soruyor. Üniversiteye hazırlık yılımda babamı kaybettiğimi, ölüm kavramının hayatımda büyük bir etkisi olduğunu, ardından Samsun'a felsefe okumaya gittiğimi, ilk yılın sonunda okumak istediğim üç şehrin İstanbul-Ankara-İzmir olduğunu; Samsun'da kalırsam psikolojiden çift anadal yapabileceğimi, ancak gidersem ne olacağını bilmediğimi; dolayısıyla hayatımızda yaptığımız seçimlerin, neyi neden istediğimizin ben de seçim kavramına dair bir merak uyandırdığını ve yine Aristoteles üzerinden olsa da Heidegger'in seçimlerimize işaret etmesinin ben de ilgi uyandırdığını, söyledim. Benim 17 yaşımdan 23'lere kadar hayatımda kırılmalarla etki uyandıran bu kavramları, adamın biri irdelemiş, varoluşun fenomenolojik hermeneutiğini yapmış. Dolayısıyla "ben Heidegger'i seçmedim, onunla karşılaştım. Tıpkı bir logar kapağı gibi..Bu nedenle felsefeyi onunla sevmeye başladım" dedim-"logar kapağı" diye bir şey yok. Rögar kapağı var. Ben logar demek istemiştim ☺- Bu arada lisans bitirme çalışmamı Heidegger üzerine yaptığımı mülakatın başında, kendimi tanıttığım esnada söylemiştim. Zihnimdeki en taze ve kapsamlı bilgilerin Heidegger üzerine olması da soruları seçerken etkili olmuştu.

     Sözlü mülakatı geçmek yetmeyecekti. Sırada bir de dil sınavı vardı. Olur da sözlü mülakatı geçersem okul benden kayıt için dil belgesi isteyecekti. Bu mülakata da taahhütname imzalayarak girmiştim zaten. Yani kesin kayıt tarihine kadar sınava girip dil belgemi teslim edeceğimi; aksi halde hakkımın yanıp bir sonraki kişiye geçeceğini, kabul ettim. Nitekim mezuniyetimin ardından 3 yıl geçmiş ve ben hala dil problemini çözememiş bir vaziyette hocalarımın karşısında duruyordum ve bu iyi bir görüntü değildi. Sonra bu süreçte pek iyi görüntülerde yaşamadığımı hatırlayarak sınavdan geçebileceğimi, söyledim. Hocalarım beni alırlarsa dil sınavını geçip geçemeyeceğimi merak ediyorlardı haklı olarak. Kaan Hoca "sınırda mı kalırsın yoksa iyi bir not mu alırsın?" diye üsteledi. Bazen salt çok önemsediğiniz birisi, size inandığı için kendinize inanırsınız. Lisans bitirme yılımda Kaan Hoca bana inandığı için Heidegger çalışabilmiş ve sunuşumu yapabilmiştim. Dolayısıyla bu üstelemeler beni biraz üzdü. Beni üzen sadece hocalarımın bu konuda ısrarla diretmeleri de değildi. Çünkü bazen insanlar sadece bize değil kendi deneyimlerine cevap verirler. Sonra "yahu ben ne dedim ki ya da ne yaptım ki de bana böyle dedi" diye sorgularken buluruz kendimizi. Belki biz o kişiye kötü bir şey dememiş ya da yapmamış olabiliriz; ama her ne yaptıysak o kişinin hayatında bir yerlere dokunmuşuzdur ve o kişi de bize kendi geçmiş deneyimlerine verdiği ya da veremediği tepkiyi veriyordur dokunduğumuz yerden. Dolayısıyla diğer hocalarımın bu belge konusundaki ısrarlarına verdiğim tepki, benim zaten zamanında yapmak isteyip yapamadığım sonrasında ise yapmaya fırsat bulamadığım bir problemin kendisine verdiğim bir cevaptı. Sordukları soru gayet haklı ve basit bir soruydu; ama ısrarları modumun düşmesine neden oldu. Bülent Hoca geçen yıl da yüksek lisansa online başvuru yaptığımı, ama sınava girmediğimi ve bunun nedenini merak ettiğini, söyledi. Bülent Hoca'nın acayip bir hafızası vardır ve hiçbir şeyi unutmaz. O zaman da henüz dil belgem olmadığı için ve kaldığım evin çıkardığı problemler dolayısıyla bir yandan da devam ettiğim bir işim olduğundan o kadar kısa sürede dil sınavına hazırlanamayacağımı fark edip sınava girmemiştim. Bu kadar detaylı olmasa da dil belgemin olmadığını, bir yandan çalışmaya devam ettiğimden, başvurumun sonrasında doğru bir yıl olmadığına karar verdiğimi, söyledim. Bütün bunlar pek sağlam bir görüntü sunmuyorlardı. Dolayısıyla modum düşük bir şekilde mülakatı tamamlamış oldum. Hocalarımla vedalaşıp çıktım sınıftan. Gülibik İstiklal'e gelecekti. Yol boyunca hızlı hızlı yürüdüm ve sonunda göz yaşlarım adımlarıma yetişti. Ne oluyordu böyle ? Neden dünya biraz olsun sakinlemiyordu? Neden sürekli beni yolumdan uzaklaştıran şeyler oluyordu? Olay dil falan değildi? Olay bendim. Ben yeterince dengede değildim. Olmak istiyor olamıyordum. İşe giriyor girdiğim iş batıyordu. İşe giriyor girdiğim kurum batmanın eşiğine gelip el değiştiriyordu. İşi çözüyordum, deprem oluyor kaldığım evi su basıyordu. Evden çıkıyor yeni bir düzen oluşturuyordum, korona çıkıyor başka olumsuzluklara neden oluyordu. Bu arada yaşam enerjimi diri tutmak adına kredi çekip başladığım yarı zamanlı müzikal tiyatro da korona yüzünden devam etmiyordu. Bu nasıl bir zamandı! Bunlar nedenlerdi ama tek şey bunlar olamazdı. Benim kendi ruhumda dengelemem gereken bir şeyler olmalıydı. Buraya kadar akıntıya karşı yüzmüştüm. Elbette yoluma devam edecektim. Ama önce içimi dengede tutmayı öğrenmeliydim.

     Uçaktayım. Aylardır hazırlandığım sınavlar bitti. Sonuçlar kısa bir süre sonra açıklanacak. Ben de bu arada bir ay sonra gireceğim dil sınavına hazırlanacağım. Ailemin yanına dönüyorum. Dil sınavından sonra İstanbul'a dönüp kendime sıfırdan bir düzen kurmak istiyorum. Bu sefer her ne olursa olsun sağlam bir temel oluşturmalıyım. Aksi halde Sisifos'a döneceğim. 


Mayıs ayında görüşmek dileğiyle ❤


Kaynakça

*Varlık ve Hiçlik, Jean Paul Sartre, Çeviren: Turhan Ilgaz, Gaye Çankaya Eksen, İthaki Yayınları.

*Varlık ve Zaman, M. Heidegger, Çeviren: Kaan Harun Ökten, Alfa Yayınları, İlk Baskı Yılı 2018.

*Torino Atı, Yönetmenler: Bela Tarr, Agnes Hranitzky, 2011 Macar Felsefi Drama Filmi.

*Ertesi Zaman, Jacques Ranciere, Çevirmen: Elif Karakaya, Lemis Yayınları. İlk Baskı Yılı: 2016.


Ek: Bu ayın yazısının ritmine uygun olduğunu düşündüğüm parça listesini ekliyorum: bağlantısı burada


Tahta Kalem


Telif Hakkı©2021-2022 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2021-2022 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright notice and links are included. https://tahtakalem01.blogspot.com/


     


2022/04/03

Ancak Her Şeyini Kaybedersen Kendini Bulabilirsin

      




     Kendimi Ankara Hava Alanı'na attım-son kaldığımız yerin bağlantısı burada-. Kahvemi alıp biraz dolandıktan sonra Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde iki gün sonra gireceğim yazılı yüksek lisans sınavı için hazırlamış olduğum notlarıma göz gezdirdim. Ne çok erkek vardı! Yaklaşık 2013'ten beri pek farkında olmadan, 2016 ve sonrasında ise gayet kendimi vererek hep erkek filozofların düşüncelerini ya da başka erkeklerin erkek filozoflar üzerine yazdıkları yorumları okuyup duruyordum. "Bunun kişiliğime etkisi ne ölçüdeydi?"  diye sordum kendime. Sonra bir gün sohbet esnasında Şilan'a da sordum. Dokuz Eylül Üniversitesi'nde bir arkadaşı bu konu üzerine yazıyormuş. Okumasını yaptıktan sonra buradan da paylaşabilirim. Son derece cinsiyetçi bir soru gibi görünüyor olabilir. Hatta öyle; ama merak ettim işte. 

     Uçuşum iki saat sonraya ertelenmişti. Aylar olmuştu İstanbul'dan ayrılalı. İçimde acayip duygular dolup dolup taşıyordu. Çok heyecanlıydım. Çok özlemiştim. Eğer yeryüzündeki ömrümü Türkiye'de geçirmeye devam edecekseydim yaşayacağım şehir kesinlikle İstanbul olmalıydı. Sonunda uçuş saati geldi. Gece yarısına doğru orada olacaktım. Uçak havalanırken ben de tüm yükümü bıraktım. Şimdi süzülme vaktiydi. 

     Sabiha Gökçen'de indim. Hava alanından dışarı çıkar çıkmaz kendimi bir romanın orta yerine fırlatılmış halde buldum. Hatta tam olarak Türkçeye Esaretin Bedeli diye çevrilen The Shawshank Redemption filmindeki Brooks gibiydim. Yıllarca mahkumdu bu adam. Ömrünün son yıllarına doğru cezası bitmişti. Dışarıya çıkar çıkmaz biz de karakterle birlikte beş duyumuzu yeniden hatırlıyor bitmek bilmez gürültüye tanıklık ediyorduk. Son aylarım sahiden çok sakin geçmişti. Nadiren dışarıdaydım. Çoğunlukla odamda okumalar yapıyor ailemle vakit geçiriyordum. Ama şimdi: Ne çok insan! Ne yoğun bir enerji! Vee bu nasıl bir hava! Boğazım yanıyor adeta! Buyurunuz Brooks amcamız:




     Hava alanından Gülibik'in evine giden bir otobüse bindim. Birbirinin yanına yatay bir şekilde dizilmiş valizlerin renkleri, arada bir otobüsün ani hareketiyle savrulan insanların tepkileri ve ışıl ışıl İstanbul! Platon'un Güneş'i gibi bu şehir. Kendisine bakamıyor kendisini göremiyoruz. Bakmaya kalksak gözümüz yanar. Ama bir kere bu enerji alanına geçiş yapınca güneşin çevresini aydınlatması gibi aydınlatıyor İstanbul misafirlerinin içindeki imkanları. Nasıl kullanmak istiyorsa öyle kullanıyor insanlar İstanbul'un aydınlattığı imkanlarını. Kimisi ilk etapta savruluyor az önceki gencin otobüsün ani hareketiyle dengesini yitirmesi gibi.. Kimisi savrulup buluyor dengeyi..Kimi savrulup savruluyor kendinden uzaklara taa ki kendi kalmayana dek ortada.. Kimi kaybedip buluyor kendini.. Kendini bulan da bırakmayabiliyor bazen kendini.. Oysa arada kendini bırakmak da iyi.. Peki ya ben? Koltukta oturuyorum. Ayakta olsam savrulmam, antremanım bol. Ama neredeyim? Gülibik arıyor! İnmem gerektiğini söylüyor. İnip taksiye bineceğim. On dakikalık mesafede, diyor. İner inmez bir taksi duruyor. Vay canına İstanbul bana "hoş geldin Roz" diyor ☺Acele çıkarım yapmamalı! Bu şehir ne sadece beyaz ne sadece siyah.. Ne kadar renk varsa o kadar renk ve o renklerin ne kadar tonu varsa o kadar tonu var.. Taksici epey konuşkan biri.. Ama benim konuşacak pek de halim yok. Beş yıla yakın bir süre Beyoğlu'nda yaşamak bana yürürken insanlarla göz teması kurmamam gerektiğini öğretti. Acil durumlarda kullandığım taksiler ise taksiciyle çok muhabbet etmemem gerektiğini. Ama ben konuşmasam da konuşan biri bu. Gideceğimiz yer Kadıköy yakınlarında bir mahalle. Ve taksici yolu bilmiyor. Navigasyon açıyorum. Arada konuşmalarından sarhoş olduğu kanısına varıyorum; ama emin değilim. Gittikçe karanlık mahallelere giriş yapıyoruz. Kendi kendine navigasyonla konuşmaya başlıyor. Bir arayı kaçırmış ona söyleniyor. Derken birdenbire duruyor. Müstakil bir evin önünde duran neredeyse yarı çıplak kimisi ise atletli epey irice dört - beş kişiye yol soruyor. Adamlar taksinin etrafını sarıyor. Taksici kanıt ararcasına elimden telefonumu çekip adamlara gösteriyor. Yolun bizi nereye getirdiğini ve nereye gitmek istediğimizi anlatmaya çalışıyor. Bu sefer telefonum elden ele dolaşıyor. İşte orada ben daralıyorum ve adamlardan telefonumu alıp taksiciye caddeye dönmesini, söylüyorum. Caddeye varınca durdurup Gülben'in bana söylediği tutarı verip kapıyı çarpıp çıkıyorum. Allahın delisi hala konuşuyor. Al sana Roz: "Hoş geldin!"

          Betim benzim atmış. Bir yandan Gülben'le konuşuyorum. Gülben'de korkmuş. Çıkıp beni karşılamak istiyor. Sonunda evi buluyorum. Gülibik'i görünce ne kadar korkmuş olduğumu fark ediyorum. Bir güzel sarılıp başlıyoruz konuşmaya..Ertesi sabah Gülibik'in kedisi Mişnuk kapıda karşılıyor beni. Sahiden güzel hayvanlar; ama onlara dokunmayı bilmiyorum ben. Hem herkes de dokunmayıversin zavallı hayvanlara. Ama ne tuhaftır ki onlar da alışmış dokunulmaya. Bile isteye gelip ilgimi çekmeye çalışıyor yanımdan ayrılmıyorlar. Her an zıplayacakmış gibi bir bakışları var. İşte orada tırsıyorum ben. Gülben'in erkek arkadaşı Muharrem bahçeyi yıkıyor. Kahvaltıyı orada yapacağız. Mişnuk'un akrabaları da orada ☺ Muharrem benim gibi tırsaklara harika bir çözüm bulmuş. Fısfıslı su! Mişnuk'un sülalesi yanıma yanaştıkça fısfıs yapıyoruz. Bu arada da yarın olacak yüksek sınavından, p4c atölyelerinden söz ediyoruz. Gülben de mezuniyetten sonra p4c eğitimi almış. Bir sayfa açacağımı ve felsefeden arkadaşlarımı da dahil edip online p4c atölyeleri düzenleyeceğimi söylüyorum. Gülben de bu hayalimin ilk inananı ve eğitim kadrosunda olmak isteyeni. Nitekim iki üç ay sonra bu sayfayı açıyorum. Şu anda Studio Canlı adlı bir uygulama ile birlikte çalışıyor orada atölyeler düzenliyorum. Sayfam p4c ile ilgilenen gerçek katılımcılara ulaşıp büyüdükçe bu hayalimiz gerçekleşecek inanıyorum. Derken kahvemi içip hazırlanmaya başlıyorum. Ben biraz tek kalmak istediğimi bu nedenle akşama kadar olmayacağımı, söylüyorum. Gülben ve Muharrem evde de çalışabileceğimi hatta dilersem beni tek bırakabileceklerini, söylüyorlar. Teşekkür ediyor, sınav öncesi biraz yürümenin bana iyi geleceğini, söylüyorum. Akşam Moda Sahil'de buluşmak üzere sözleşip çıkıyorum evden.

     Kadıköy sahildeyim. Bu şehre aşığım ❤ Aşk? İnsanın anlamı neredeyse orada. Hatta "..ulaştığı şeyde değil, daha çok ulaşmak için yanıp tutuştuğu şeyde" diyor, Halil Cibran. Benim anlamım felsefede, diyorum. O kadar yarıda kaldı ki. Lisans dördüncü sınıf bir çocuğun bacakları olduğunu fark edip onların üzerinde durmaya başlaması gibiydi. Asıl ondan sonra koşacak, düşecek, yeniden kalkıp uzun yürüyüşlere çıkacaktım. Ama ben, bacaklarımın farkına vardıktan sonra düştüm. Ayağa kalkmam uzun zaman aldı. O arada çok teknik detaylar da keşfettim. Her bir uzvumu hissettim. Taşındım, tek yaşamaya başladım, garson oldum, barista oldum, p4c ile tanıştım, tango eğitmenliğine dair eğitimlerimi tamamladım, müzikal tiyatroya başladım, felsefe öğretmeni oldum, depremler oldu, korona oldu, bir şeyler yıkıldı ve yeniden başladı. Şimdi özlem doluyum. Kimseye kendimi kanıtlama ihtiyacı gütmeden son derece içten gelen bir itkiyle yeniden mezun olduğum okulun sıralarına gideceğim. Hocalarımın karşısına geçeceğim. Ne değerli vakitlermiş o vakitler. "Gençlik harika bir zaman kaybıdır" diyordu Celal Kadri Kınoğlu-bağlantısı burada -. Her neyse beni bu ana, bu günlere getiren her bir deneyime sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum; ama o gün, yani sınavdan bir gün önce bir türlü kafamı toparlayamadım. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm..Moda'da bir çay bahçesine oturdum. Ardından yemek yiyip yürümeye devam ettim. Sonunda odaklanabileceğim bir yer bulup oturdum. Yeşil çayımı ısmarlayıp notlarımı okumaya başladım. Akşam saat 21.00 civarı Gülibik aradı. Gelmişlerdi. Ben de bir şişe şarap alıp gittim yanlarına. Bir yandan içtik bir yandan da şarkılar söyledik. Gülben'in harika bir sesi var. Muharrem de harika bir dinleyici. Derken dinleyicilerimiz arttı. Yan tarafta taşınabilir sandalyeli iki arkadaş, birkaç lise öğrencisi, sahil, yıldızlar ve İstanbul:



     Eve nasıl geldiğimizi hatırlamıyorum. Takside uyumuşum. Eve girer girmez kendimi duşa atıyorum. Ardından sabah giyeceklerimi hazırlayıp başucuma koyuyorum. Bayram sabahı gibi ❤ Sabah uyandığımda hiçbir şey düşünmek istemiyorum çünkü. Saat 6 gibi uyanıyorum. Yaklaşık bir yarım saat belki biraz daha fazla yatakta oturmuş meditasyon yapıyorum. Midem biraz kötü. Dün niye içtim ki! Ama çok güzeldi ☺ "Acaba yüksek lisans yapmak istemiyor muyum? Ya da hazır mı hissetmiyorum da sürekli yoldan sapıyor gibi görünen etkinliklerde bulunuyorum?" diye yokluyorum kendimi. Hayır tabi ki de istiyorum! Freud'un Haz İlkesi ile Gerçeklik İlkesi beni bu davranışlara sürüklüyor. Arzularımla gerçekliğim ne zaman birbirine yaklaşsa ya da hedefime, hayallerime ne zaman bu kadar yaklaşsam yaşam enerjim beni böyle komikli hallere düşürebiliyor. Biliyorum artık kendimi. "Şimdi kalk kızım şu yataktan ve daha fazla yolundan uzaklaşmadan gir şu sınava!" diye komut veriyorum kendime. Gülibik uyanmış kapıda "Roz ben de geliyim mi?" diye soruyor. "Hayır bebekim gelme sen. Sınav saat 10 civarı. 12'ye doğru gelirsin" diyorum. 

     Vapurdayım. Bu şehir sahiden çok güzel. Eksik Daire de bu şehirde bir yerlerde. Acaba nasıl? İnsanın bir insanı hayatından çıkarması ne acı. Özlüyorsun birini ve onu görebilecek gözün ona gidebilecek ayakların var; ama gözün görmemeyi, ayakların ona gitmemeyi seçiyor. Ne ilginç varlıklarız. İstanbul'da sürekli ilgimi çekmeyi başarıyor. Karaköy'de iniyorum. Şişhane'den metroya bineceğim. Peki ya bu binalar? Dilleri var sanki! Nasıl da yaşanmış yaşanmış görkemleriyle var olmaya devam ediyorlar. Eminim yeryüzünde çok, çok daha güzel başka başka binalar da vardır; ama yaşanılmışlık denilen şey, yani zaman, varlığa başka bir güzellik katıyor zemini yeterince sağlamsa eğer.

     Osmanbey'deyim. Oldum olası sevemedim burayı. Nedendir bilinmez var öyle sevemediğim yerler. Mesela Mimar Sinan'ın Fen Edebiyat Fakültesi'ni de sevmem. Ruhu yok binanın. Ama Felsefe Bölümü'ne girip çağdaş filozofları dinlemeye başladığımda, o an Dünya'nın hangi bölgesinde; hangi ülkenin, hangi şehrinin, hangi ilçesinin, hangi sokağının, hangi mahallesinin, hangi binasının, hangi katının, hangi odasında olduğunun hiçbir anlamı olmuyor. O an fizikselin ötesinde bir alan gibi.

     Bomonti Bira Fabrikası'nın az ilerisinde karşı çapraz kısmında küçük bir cafe buldum. Girip filtre kahvemi ısmarlıyorum. Okumaya devam ediyorum yine birçok erkek filozofun hayata dokunan metinlerinin yorumlarını yahut ders notlarımı. Sınava bir yirmi dakika kala çıkıyorum okula. Bölümde bir hareketlilik var. Tanıdık yüzler arıyorum ama yok. Derken benim gibi bir Türk-Alman müdavimi olan Umut'u görüyorum. Kendisiyle Kaan Hoca'nın doktora derslerinden tanışıyoruz. Aslında o dönem ben lisans son sınıf öğrencisiyim. Kendisi de Psikoloji öğrencisi. Sonraki yıllarda da Türk-Alman kitabevinde karşılaşıyoruz çokça. Çok da bir muhabbetimiz yok aslında; ama alan dışından insanların felsefeye olan ilgisi ben de hoş bir duygu uyandırıyor. Bölüm kalabalık göründüğünden kendimi boş bulduğum bir sınıfın kapıya yakın bir kısmına atıyorum. Umut geliyor. Ayaküstü muhabbet ediyoruz. Bizden sınav için bir belge istediklerini söylüyor biri. Ösym'nin sitesinden alınacak bir belge. Şu an ne belgesi olduğunu hatırlamıyorum. Ama sınav yönergesinde sınav sabahı getirilecek belgeler kısmında böyle bir bilgi olduğunu da hatırlamıyorum. Ben ve bu belgeden bihaber 5-6 kişi, öğrenci işlerine doğru düşüyoruz yola. Orada bir tansiyonlar yükselir gibi oluyor. Çünkü oradakiler de durumdan bihaber görünüyor. Sonunda bilgisayardan tek tek girip alıyoruz belgelerimizi ve başlıyoruz sınava. Mehmet Şiray geliyor içeri. Kendisinden Sanat Felsefesi, Estetik gibi dersler almıştım. Selamlaşıyoruz. Tanıdık bir yüz görmek sahiden harika. 

     Sorular çok güzel görünüyor. Gözüme ilk çarpan soru-sanki yanlış yazarsam çarpılacakmış gibi hissediyorum ☺. Ama umarım doğru hatırlıyorumdur- "Bir insan belirli bir zamanda acı çekip çekmediğini nasıl bilebilir?" gibi bir soru. Acı kelimesinin başlı başına kendisini ve duygusal etkisini fenomenolojik olarak değerlendirdim. Epistemolojik bir düzlemde değil ontolojik bir düzlemde hermeneutik analitiğini yapmaya çabaladım. Dolayısıyla bütün bu çok şey biliyormuşum gibi görünen terminolojik sağanaktan sonra Heidegger'e değinmeden edemedim☺. Sanırım beş soru vardı. Bizlerden iki tanesini seçip yanıtlamamız bekleniyordu. İkinci sorum ise Platon ile ilgiliydi. Yakın zamanda Ahmet Arslan'ın Platon kitabını bitirdiğimden kendimi en açık ve net bu soruyla ifade edebileceğimi düşündüm. Yani umarım öyle olmuştur☺. Sınavın sonuna kadar kaldım. Zaman nasıl geçmiş anlamadım. Kör okuma yapılıyordu: Yani ismimizi yazdıktan sonra kağıdın bir köşesini katlayıp öyle teslim ediyoruz. O kısımda ismimiz dışında yazılı herhangi bir bilgi bulunmadığından okuyucu kim olduğumuzu bilmeden sınav kağıdımızı okuyup değerlendiriyor. Sonra isme bakılıyor. Bu çok güzel değil mi? Yargıları olan varlıklarız sonuçta. Yargılarımız bilgilerimiz. Peki bir kişi hakkında bilgilerimiz yeterince sağlam değilse ve yargılarımız o kişiyi değerlendirirken eylemlerimize etki ediyorsa-ki büyük bir ölçüde ediyor- o zaman sağlam bir çıkarım yapmak nasıl mümkün olacak?  Yargılarımızı yer yer gözden geçirerek belki. Bakın bu konuda Ahmet Arslan'nın Aristoteles kitabından-Bilgi Felsefesi veya Mantığı, sayfa:52-53- bir alıntı paylaşmak istiyorum:


Mantığın Kanıtlanamaz İlkeleri

Doğru düşünmenin, düzgün akıl yürütme ve çıkarsama yapmanın temelinde bulunan ilkeler nelerdir? Aristoteles bu ilkelerin bugün bizim de kabul ettiğimiz gibi "özdeşlik", "çelişmezlik" ve üçüncü halin imkansızlığı" ilkelerinden ibaret olduğunu düşünür. Öte yandan bu ilkelerin "kanıtlanamayacağını" kabul eder: Ona göre her türlü akıl yürütmenin veya kanıtlamanın (demonstration) ilkeleri olan bu "ortak ilkeler"i kanıtlamaya çalışmak, imkansız ve gereksizdir. A'nın A olduğunu, A-olmayan olmadığını, bir şeyin ya A olduğunu veya A-olmayan olduğunu, üçüncü bir şıkkın mümkün olmadığını kanıtlamaya çalışmak olsa olsa bir kültür eksikliğini ifade eder (Metafizik 1006 a 5-10) 

 

Çıkışta yine Şiray'ı görüyorum. Ayaküstü muhabbet ediyoruz. Kendisiyle daha çok konuşmak istesem de sınav zamanı hocalarla uzun uzun konuşmayı etik bulmuyorum. Ya da öyle görünmek istemiyorum. Ardından Umut'la karşılaşıyorum. Birlikte bankların oraya geçip sorular hakkında konuşuyoruz. O da "acı" ile ilgili olan soruyu yapmış. Descartes özelinde konuyu ele almış. Telefonum çalıyor. Gülibik gelmiş beni arıyor. Diplomasını almamış okuldan. Bir de pedagojik formasyon sertifikasını. Bunları alıp elinde bulundurmasının onu alana dair bir şeyler yapmak konusunda tetikleyeceğini düşündüğümü, söyledim. O da kararlı bugün belgelerini okuldan alacak. Epey uzunluklu beklemelerdeyiz. Belgeleri bulmamızı sağlayacak kişiler henüz odalarında değiller. Biz de onlar gelene kadar okulda gezinmeye başlıyoruz. Tam şurada fotoğraf çekiliyoruz. O esnada Kaan Hoca ile karşılaşıyoruz. "Bu çirkin şeyin önünde mi fotoğraf çekiliyorsun?" ☺☺ diyor:


O çirkin şeyin arkamda olduğuna işaret ediyorum. Vay canına ne kadar zaman geçmiş. Hem dün gibi Heidegger çalıştığım günler hem de bir asır gibi. Çok özlemişim Kaan Hocayı ve etrafına laboratuvara bırakılmış muzip bir çocuk gibi bakan enerjisini. Hangi soruları seçtiğimi soruyor. Ardından "sen yapmışsındır." diyip asansöre yöneliyor. "Bakalım, göreceğiz." diyorum ☺

     Gülibik'in belgesi için bizi bölüme yönlendiriyorlar. Bölümde kimse yok. Kaan Hoca'nın odasının ışığı açık. Bir yanım girip sohbet etmek istiyor onunla. Ama yarın mülakat var. İçimdeki ahlak bekçisi yarını bekle, diyor. Peki bekleyelim. Yer yarıldı da Gülibik'in sertifika ve diplomasını oraya koydular sanki! Yok! Ne bir muhattap ne bir kimse. Görevli ablayı görüyoruz. Sağ olsun arıyor birilerini. Bölümden görevli biri de bizi muhattabımıza yönlendiriyor. Muhattabımız da uzun konuşmaların sonunda anahtarı olmadığı için sertifikayı bugün veremeyeceğini söylüyor. Açlıktan ölmek üzereyim. Çıkıp İstiklal'e geliyoruz. Antakya Dürüm Evi'inde bir güzel karnımızı doyuruyoruz. Dönüş yolunda Şilan'la konuşuyorum. O gün onun da doktora sınavı vardı. Nasıl geçtiğini konuşuyoruz. Bana haberi o veriyor. Yazılı mülakatı geçmişim. Şimdi sırada sözlü mülakat var ❤



Mart ayında paylaşım yapamadım. Dolayısıyla bu ay ikinci bir yazı daha paylaşıyorum-bağlantısı burada-. 

Temmuz 2021'e kadar süzgecimde kalanları paylaştım. 

Yakın zamanda yeniden görüşmek dileğiyle. 

Hoş geldin Nisan ❤


Kaynakça 

*Film: The Shawshank Redemption(Esaretin Bedeli), Roman: Stephen King, Yönetmen: Frank Darabont, 1994.

*Konservatuara Girmek, Olmaz Öyle Saçma Oyunculuk, Celal Kadri Kınoğlu, Flu Tv: bağlantısı burada

*İlkçağ Felsefe Tarihi 2, Sofistlerden Platon'a, Prof. Dr. Ahmet Arslan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

*İlkçağ Felsefe Tarihi 3, Aristoteles, Prof. Dr. Ahmet Arslan,  İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.


Ek: Bu ayın yazısının ritmine uygun olduğunu düşündüğüm parça listesini ekliyorum: bağlantısı burada



Tahta Kalem


Telif Hakkı©2021-2022 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2021-2022 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright notice and links are included. https://tahtakalem01.blogspot.com/


İnsanların Ağaçlar Gibi Kökleri Olmadığından Ordan Oraya Savrulup Dururlar

            Apartmandan çıkar çıkmaz kapıda Cihangir Meydan'ın köpekleri karşılıyor beni. İnsan sürekli bir yerden bir yere gidince ve k...