2021/02/07

Köşeler Aşındı, Şekiller Değişti





     2015 güzünde olabildiğince yapmam gerekenlere odaklandım. Çünkü zaten bir önceki dönem finalleri bırakıp giderek ders yükümü yeterince arttırmıştım. Ortaköy'deki MSGSÜ Kız Öğrenci Yurdu'ndaydım. Oda arkadaşlarım da Felsefe Bölümü'ndendi. Ancak ne hikmetse acayip boş vermiş tiplerdi. Hani şu sabah derslerinde kırk yılda bir gördüklerimizden. Aynı zamanda garsonluk yapıyorlardı. Bense okuldaki tüm derslere gitmeye çalışıyor arta kalan zamanlarda da tango, dil kursu ve bilgisayar kursuna gidiyordum. Yani durup düşünmek istemiyordum. Durup düşündüğümde ne yaptığım ortadaydı -bağlantısı burada-. Hem zaten yapmam gereken ya da hayatta öğrenilecek ve benim de öğrenmek istediğim o kadar çok şey vardı ki..Tabi her Hazal'la konuştuğumda -Samsun'daki arkadaşım- yalnızlıktan, kafa dengi insanlara denk gelememiş olmaktan yakınıyordum. Milongalarda yaş ortalaması çok büyüktü, bilgisayar kursunda ya benden küçük ya da büyükler vardı. Geriye bir üniversite kalıyordu. Orada da denk gelmemişti işte. Ya da ben denk gelmek için yeterince çabalamıyordum. Zaten adeta bir sergi salonunda gibiydim. O yıl boyunca İstanbul bir tabloydu bense gözlemciydim. Tam anlamaya çalıştığımı zannederken yeni bir manzara oluşuyordu.

     2016 bahar döneminde bir ajansta çalışmaya başladım. Haftada bir iki çekimler olduğunda gidiyordum. Ardından oda arkadaşlarım aracılığıyla Beşiktaş'ta kahvaltıcılar sokağında garsonluk yapmaya başladım. Yine haftada bir iki gün. Dersimin olmadığı günler. O kazançlarımı da milongalara harcıyordum. O yıl sahiden çok fazla milongaya gittim. Dans etmekten çok izledim. Dansımın gelişimini büyük oranda arttırdığım bir yıl oldu. Çoğunlukla Taksim'deki milongaları tercih ediyordum. Dolayısıyla kazancımın kalan yarısını da taksiye ya da milonga sonrası çay çorbalara harcıyordum. Milongalar geç saatte başlayıp bittiğinden -21.30-2.30 gibi- yurda geç girişler yapıyordum. Bu nedenle bir sonraki yıl yurt hakkım sona erdi. Çünkü geç giriş kotamı doldurmuştım. Sonrasında oda arkadaşımla -bu sefer tüm sınavlara girerek - Antalya Kaleiçi'ne gittim. Kendimi çok çabaladığım bu yıl için mükafatlandırıyordum. Bence iyi idare etmiştim. Yaşamak da bir marifet gerektiyordu ne de olsa. Ailemle geçirdiğim uzun yaz tatilinden sonra İstanbul'a döndüm. Bölümden bir arkadaşımız facebook'ta ev dayanışma grubu kurmuştu. Oradaki oda ilanlarını inceledim ve Özge ile anlaştım. Özge son derece uyumlu biriydi ve odalarını airbnb'de kiralıyordu. Yan odamda ikizler kalıyordu. İzmir'den bir reklam ajansında çalışmak için İstanbul'a gelmişlerdi. Acayip sessizlerdi. Özge'nin evi Kumbaracı Yokuşu'ndaydı. Sadece bir ay kaldım orada. Pedro Almodovar ve Wim Wenders filmlerini o dönem keşfettim. Acayip farkında ve kendimden emin olduğum bir yıl başlıyordu. Kaldığım oda:

     Özge Hatay'a ailesinin yanına gitmişti. Ve ben evden ayrılacaktım.  O kadar rahattı ki "faturaları masanın üstüne bırakırsın yaa önemli değil" falan dedi ve evi bana ve ikizlere bırakıp gitti. Onun bu davranışı beni çok etkiledi. Ben evden çıkacaktım ama henüz istediğim evi bulamamıştım. Bölümden arkadaşımla çıkacaktık ancak onun da durumu henüz belli değildi falan. "Ben de yapabilirim, hayata ve insanlara güvenebilirim" deyip Kasımpaşa Stadyumu'nun arkasındaki Yahya Kahya mahallesine taşındım: Milonga'dan bir arkadaşımın yurt dışından gelmiş bir arkadaşına İstanbul'u gezdirdiği günlerden birinde yolları  Kasımpaşa'ya düşüyor. Bir emlakçının önünden geçerlerken tuttuğum evin ilanını görüyor ve fotoğrafını çekip benimle paylaşıyor. Hem de eşyalı filan. Ablam ve eniştem geliyor, gidip bakıyoruz. Şirinlerin köyü gibi renkli renkli az katlı dairelerden oluşan binalarla kurulu bir mahalle. Dört katlı bir yaşlı binanın üçüncü katında.. E bir de Beyoğlu yani "Okula, milongalara yakın daha ne olsun" deyip tuttuk. Tabi ben eve çıkmadan önce Beşiktaş'ta bir kafede çalışmaya başlamıştım. Okul açılana kadar da çalıştım. Okul açılınca bölümden arkadaşım Ecem geldi. O da benim gibi yatay geçiş öğrencisiydi. Alt katımızda bir DJ onun altında da tek yaşayan -binanın sahibinin yeğeni- ve bizi canımızdan bezdiren bir kadın vardı. 

     O dönem felsefeye olan ilgim artmaya başladı. Yarı zamanlı çalışıyor, kendi evimde yaşıyordum. Faturalarda adım yazıyordu. Sürekli bozulan aletlerle uğraşıyordum. O kadar bozukmuş ki her şey mahallenin elektrikçisi, tesisatçısı, bakkalı sorunlarımıza çözümler bulmaya çalışıyorlardı. Ecem Sosyoji'den aldığı seçmeli dersin ödevi dolayısıyla bakkal Ramazan abinin yardımıyla Yahya Kahya Cami'sindeki amcalarla röportaj yapıyor, birlikte Kasımpaşa Pazarı'na iniyor ilginç ikinci el giysiler alıyorduk. O daha çok Bergson ve Hegel okumaları yapıyordu, bense Heidegger ve Hermeneutik..  Pazardan döndüğümüz bir cuma günü Gülben-namı değer Gülibik, Samsun'dan arkadaşım. Benden bir sene sonra Msgsü'ye yatay geçiş yaptı.- bizi evine davet etti. Tüm yatay geçişlilerin toplaştığı bir gecenin sabahından:

     Okul başlayınca işten ayrıldım. Çağdaş Felsefe Problemleri dersini almıştım. Dersin hocası Kaan Harun Ökten'di. Tıpkı Pixar'ın 2020'de yaptığı "SOUL" adlı animasyon filmindeki akıl hocaları gibi içimdeki kıvılcımı bulmamı sağladı. Artık derse söylenenleri haldır haldır yazıp, ezberleyip sınavda da aynılarını papağan gibi aktarmak için girmiyordum. Sahiden ilgi duyuyordum. Biri hareketli hareketli Hermeneutik, Aristoteles, Heidegger anlatıyordu. Günlük hayattan örnekler veriyordu. Hepimize bakıyordu. Öyle sahnedeymiş ve herkesin tepesine anlatıyormuş gibi değildi yani. O anlattıkça sanki herkes- olamaya da bilir ama bana öyle geliyordu- aynı ipe diziliyor ve akıllarına giren bilgilerle deneyimleri doğrultusunda konumlanıyorlardı. Ders bitsin istemedim. Kaan Hoca hangi kitaptan bahsettiyse aldım. Kitaplar pahalıymış bunu ilk o zaman anladım. Öyle ki param yetmemeye başlayınca arkadaşım için görüşmeye gittiğimiz kafe de aldığım iş teklifiyle yeniden çalışmaya başladım. Günleri, saatleri ben belirliyordum. Yarı zamanlıydı. Beşiktaş bitmişti artık Karaköy başlamıştı. Bir de aşk. Aslında Beşiktaş'ta çalıştığım dönemde tanıştığım ve Karaköy'de çalışıyorken görüşmeye başladığımız biriydi. Yeni bir kıta keşfetmiştim sanki. Biraz da öyleydi çünkü bu coğrafyalarda doğup büyümüş biri değildi. Türkçesi feci bozuktu. Benim birini sevmem gerekiyordu. İnsan bazen böyle sevgi dolup taşıyormuş ve bu sevgiyi paylaşacak, aktaracak birini arıyormuş. Ben buldum. Birbirimizin gözlerinin içine baktığımız ama aynı yöne bakamadığımız bir ilişkiydi. Oysa sevgi "Küçük Prens" kitabıyla tanıdığımız Antoine de Saint-Exupêry'nin dediği gibi, birbirinin gözünün içine bakmak değil, birlikte aynı yöne doğru bakmaktı. Shel Silverstein'in "Eksik Parça" adlı resimli kitabı geldi aklıma: Eksik bir üçgenin "hem başka birinin parçası hem kendim olabilirim" diyerek eksik bir daireyle birleşmesi, birleştiklerinde mükemmel bir daire olmaları,  hiç olmadığı kadar hızla yol almaları, yuvarlanışları ve sonrasında eksik üçgenin büyümeye başlamasıyla eksik dairenin "kendi eksik parçamı arıyorum ben, o hiç büyümeyen"  deyip eksik üçgeni bırakıp gitmesi gibi bir şeydi. Neyse ki hikayeyi burada bırakmıyor Shel Silverstein ve "Eksik Parça Büyük O İle Karşılaşıyor"u yazıyor :) - kaynakça kısmında bu hikayenin linkini ve sevgili Özge Özdemir'in bu hikaye üzerine hazırlamış olduğu yazısını bulabilirsiniz-.

     Her şey çok güzeldi. Evim, ev arkadaşım, erkek arkadaşım, zaman zaman yaptığım yarı zamanlı işim-çoğunlukla param bitince çalıştığımdan hehhhe-. Karaköy bu konu da efsaneydi. "Ben çıkıyorum" deyip çıkıyor, "gelmek istiyorum" deyip başlıyordum. Felsefe işte şimdi başlıyordu. Pisagor boşuna ben bilge değilim dememişti. Mutlak bilgiye sahip olamayacağını kelimelerin de "bir" işareti olması gerektiğini biliyor olmalı ki kendisi için bilge, hakim anlamına gelen "sophos" kelimesini kullanmamıştı. Ben ancak bilginin peşinden giden onu arayan olarak bilgiyi arayan, bilgiyi seven  anlamına gelen "philosophos" yani "filozof" olabilirim, dedi. "Philosophos"u ve bilgelik sevgisi anlamına gelen "philosophy" yani "felsefe" terimini ilk Pisagor kullandı. Philia-sevgi- ve sophia-bilgelik- kelimelerinden oluşan felsefe, bilgelik sevgisi ya da arayışını dört duvar arasında, sadece kitap okuyarak ya da bir ekran başında oturarak elde edemezdim. Duramazdım. Henüz yeterince bilgi ve deneyim sahibi değildim. Hayata karışmalıydım. Karıştım! Arıyordum ve peşinden gidiyordum. Yazılarını taa lisedeyken takip ettiğim bir blog yazarı vardı. Burak Dikoğlu -blog sayfası burada-. Onu aradım. Konuştum. İsteğimi geri çevirmedi ve buluştuk. Aristoteles'in kullandığı "dunamis"-imkân- terimi hayatımın her yerinden fışkırıyordu. Gerçi İstanbul "dunamis"in ta kendisiydi, ben de öyle. İmkanlarla dolu bir yıldı. Sonra Aristoteles'in "dunamis"i beni çarpacaktı ama olsundu, harika bir yıldı. Kaan Hoca'yı anlattım Burak'a, onun derslerini.. Seneye bitirme çalışmamı onun danışmanlığında hazırlamak istediğimi ama kendimi yetersiz hissettiğimi falan. Beni cesaretlendirdi. O yıl Gönül Ülkü Gazanfer Özcan Sahnesi'nde tiyatro eğitimine başladığım bir yıldı. Yani tiyatroya dair de bir atılımda bulunmuştum artık -İstanbuldaki 3. yılımda da olsa-. Bir yıl kadar gittim. 2016'nın güzü böyle başlamış ve 2017'nin baharı böyle devam ediyordu. 2017 yılında Kanyon'da düzenlenen bir milongada çekilmiş bir fotoğraf:

     Yaz tatili geldi ailemin yanına gittim ama daha kısa bir tatil oldu bu. Sonra hem aldığım tüm o kitapları okumak ve dönem içinde keyifle gidip geldiğim milongalar, seminerler, tiyatrolar vs. için para biriktirmek adına geldim yine Han Karaköy'de çalışmaya:

     Ecem okulu bitirmişti. İstanbul'dan ayrıldı. Onun gidişi beni feci burktu. Evde tektim. Kaan Hocayı tanıdığım günden beri çok fazla çalışmaya odaklandım. Sahiden öncesinde okula sadece gidip gelirdim. Ama yok bana başka bir şey oldu. Aniden bir öğrenmek, kendimi geliştirmek sevdasına tutuldum. Hâl böyle olunca çok çalışmaya başladım. Bu durum eksik üçgenle eksik dairenin birlikte yuvarlanmalarını sekteye uğratıyordu. Elbette kırılıyordum ama yapabileceğim başka bir şey yoktu. Bu da benim yolumdu. Öğrenmek istiyordum. O yaz Msgsü resimden arkadaşım, hatta birkaç ay sonra üst komşum olan Yalçın'la İstanbul'daki müzeleri, sergileri gezmeye başladık-Bu da Kaan Hoca'nın derslerde ısrarla yinelediği bu nedenle yapmam gerekenler listesinde olan bir şeydi. Öncesinde hiç okulla yapılan etkinlikler dışında müze, sergi gezme merakım yoktu-. Ne çok yürüdük, ne çok güldük.. İstanbul beni büyülemeye devam ediyordu. Ayasofya'dan:

     Bu ay izlediklerim arasında yukarıda bahsettiğim animasyon var.. "Soul" yarı zamanlı bir müzik öğretmeninin sonunda kadroya girdiği gün en büyük hayali olan konser teklifini almasıyla heyecanla yollarda koştururken Azrail'le-filmde kendisi bir muhasebeci fare kılığında ☺- karşılaşması ve ölümden kaçıp yanlışlıkla henüz doğmamış ruhların bulunduğu kısma düşmesiyle başlıyor. Henüz doğmamış ruhlar dünyaya fırlatılabilmeleri için çeşitli aşamalardan geçtikten sonra akıl hocalarına teslim ediliyorlar. Akıl hocaları henüz doğmamış ruhlara içlerindeki kıvılcımı-hayatlarının anlamı, sanat, müzik, yemek, dans, tiyatro vs. - keşfetmeleri ve "dünyaya fırlatılmalarını" sağlayan kişiler. Rahibe Teresa, Muhammed Ali, Carl Gustav Jung, Mahatma Gandi gibi akıl hocaları da var-Platon vari bir ruhun ölümsüzlüğü söz konusu-. Ve bütün bu tarihe adı geçmiş kimselerden rehberlik almış bir doğmamış ruh bir türlü içindeki kıvılcımı bulamıyor. Bu nedenle dünyaya fırlatılamıyor. "Dünya'ya fırlatılmak" tam Heideggerlik bir tabir, "dasein dünyaya fırlatılandır" diyordu. Müzik öğretmeni bir şekilde dünyanın berbat bir yer olduğunu düşünen bu doğmamış ruhun akıl hocası oluyor. Onunla birlikte yürüdüğü süre zarfında farkında olmadan kıvılcımını keşfetmesini sağlıyor. Ben bu filmi izlerken hep Kaan Hoca geldi aklıma. Öteki tarafı bilmiyorum ama deneyimlerim dahilinde olan bu tarafta denk gelebileceğimiz, içimizdeki kıvılcımı bulmamızı sağlayan akıl hocaları olduğunu biliyorum. 

     2017 yazında Kaan Hoca'ya mail attım. O güne kadar onunla olan iletişimim dersler ve sınav kağıtlarıydı. Derste de öyle sesini çıkaran bir tip değildim. Bir kere de İstiklal'de karşılaşmıştık. Beni gördü, tanıdı ama adımı bilmiyordu. Bitirme Tezi hakkında kendisine danışmak istediğimi yazdım. Bitirme Tezi ikinci dönemdi ama şimdiden başlamam gerektiğini düşünüyordum. 2017 güzünde onunla konuşabildim. Dördüncü sınıfa geçmiştim ama felsefeye gereken özeni vermeye başlayalı bir yıl olmuştu. Hala İngilizce konuşamıyor, konuşmak için de yeterince çabalamıyordum. Derslerde hep dil bilmenin felsefe için gerekliliklerinden bahsederdi ve "İngilizce'yi zaten bileceksiniz size Fransızca da, Almanca da lazım olacak" derdi. Çeviri probleminden, eserin kendisiyle çevirisinin aynı olmadıklarından, bu hermeneutik-tefsir, bir dilden başka bir dile aktarmak ya da yorum ve daha birçok anlama sahip çoğunlukla "işaret etmek" anlamına gelen bir terim- problemin eseri tam olarak anlamamamıza yol açtığından dolayısıyla Kant'ı Almanca'sından, Descartes'i Fransızca'sından okumanın öneminden bahsederdi. Ben daha malesef ki içine doğduğum - belki de fırlatıldığım ☺- ailenin dili olan Kürtçe'yi öğrenememiştim. Bunda elbette ailemin de payı vardı. Yeterince konuşulmuyordu falan ama ben dil öğreniminde çoğunlukla ekstra mesai harcaması gereken biriydim. Ya da yaşamımın içinde olmalıydı, bilmiyorum. İşitsel ve dokunsal hafızamın daha iyi olduğunu biliyorum ama ☺Yani maruz kalsam öğrenirdim. Sonuç itibariyle çok utanıyordum. Bütün bunları anlattım. Eğer beni öğrencisi olarak kabul ederse çok ama çok çalışacaktım. Kabul etti. ☺ Çok çalıştım. Onu tanıdığım günden beri çok çalışıyorum. Çalışmaktan kastım sadece okumak değil. Araştırmak, analitik etmek, anlamaya çalışmak.


 Bu yazıyı tüm akıl hocalarına armağan ediyorum ☺


Kaynakça

*Eksik Parça Büyük O İle Karşılaşıyor

*Eksik Parça Üzerine: Olgunlaşmamış Sevgi Bizi Tamamlayamaz!

*Soul Türkçe Altyazılı Fragman - Ruh - Pixar

Ek: Kapak fotoğrafı "Soul" filminden. 

Bu ay dinlemekten keyif aldığım, bu ayın yazısının ritmine uyum sağladığını düşündüğüm parça -bağlantısı burada - : Jonathan Roy - Keeping Me Alive (Live Acoustic Performance)



Tahta Kalem

Telif Hakkı©2020-2021 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2020-2021 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright notice and links are included. https://tahtakalem01.blogspot.com/


İnsanların Ağaçlar Gibi Kökleri Olmadığından Ordan Oraya Savrulup Dururlar

            Apartmandan çıkar çıkmaz kapıda Cihangir Meydan'ın köpekleri karşılıyor beni. İnsan sürekli bir yerden bir yere gidince ve k...