2021/05/31

Benzeme sakın renksiz bir hayalete... çünkü hayatın en güzel resmi senin içinde...



     Her sokağını, her detayını sevdiğim şehirdeydim. Yalnız, ayağımın altındaki zemin Sabahattin Ali'nin "Kuyucaklı Yusuf "  adlı eserinde dediği gibi, sürekli kaymaktaydı. Bu durum ben de bir heyecan da uyandırıyordu. Ancak insanlar çoğunlukla hangi zeminin üzerinde durduğunuzu görmek istiyorlar. Yeni mezun olmuş olmanız beraberinde "ee şimdi ne olacaksın?" sorusunu getiriyor. Kaldığımız yerden-bağlantısı burada- devam edeceğim. Ancak bu ne'lik problemi hayatımın birçok yerinde maruz kaldığım bir sorunsal olduğundan biraz daha açmak istiyorum. Hayır bu sefer epistemolojiye ya da fenomenolojiye girmeyeceğim. Bu sefer hayatımın içinden örnekler vereceğim. Ki zaten "mezuniyet" kavramı hayatın içine bir "yeniden fırlatılma" değildir de nedir ki? Neden "yeniden" dediğimi ise Tahta Kalem'in Şubat yazısında bahsettiğim "Soul" filmini izleyenler bilir-bağlantısı burada-. Üniversite birinci sınıftan itibaren kalp ve zihin süzgecimde kalanları aktarmak amacıyla 2020 Eylül'de başladığım blog serüvenimiher ay yayınladığım bir yazıyla sizlerle paylaşmaya devam ediyorum. Eğer bu bloga ilk defa giriş yapıyorsanız serüvenimi paylaşmaya 2020 Eylül'den başladığımı  hatırlatmak isterim-1. Birinci Sınıf, 2. İstanbul'a Yatay Geçiş, 3. Afalladığım Yıllar, 4. Yeniden Dirilme, 5. Felsefe Yükü, 6. Mezuniyet  7. Hayata Yeniden Fırlatılma başlıkları üzerinden ilgili bağlantıya ulaşabilirsiniz -.

     Şimdi gelelim mezuniyetten sonraki nasıl'lığıma. Ne'lik problemi her yerden fışkırsa da nasıl'lığım var benim. Nasıldım? Bana sorsanız, her şey olması gerektiği gibiydi. Şartlar belliydi: Bir felsefe mezunuydum. Ailemden uzakta yaşıyordum. İstanbul'a aşıktım. Ailem de İstanbul'da yaşasa bazı şeyler çok daha güzel ve kolay olurdu belki, bilmiyorum. Ama ben İstanbul'u bırakamazdım. Dünyanın her rengi vardı bu şehirde. Dünyanın her rengini gidip görmesem de İstanbul misafir ediyordu kendinde. 

     Bir planım vardı. Geçmişe baktığımda rotamı daha net görebiliyorum. Bir hedefim oluyor. Bu hedef çoğunlukla büyük bir aşkla canıgönülden geliyor. O hedefe ulaşmak için tüm şartları imkanlarım doğrultusunda oluşturduktan sonra doğaçlama yaşıyorum. Ne mi dedim? Bugüne kadar-doğrusu 2018 Eylül'e kadar. Zira 2021 Haziran'dayız.☺- şöyle oldu: Felsefeye devam etmek istiyordum. Ancak İstanbul'dan uzakta yaşayamazdım. Bu nedenle çalışmak zorundaydım. Derken küçük, tatlı, imkanlarıma uygun bir ev bulduktan sonra tek yaşamaya başladım. Felsefeyle daha yakından ilintili olabilecek bir iş bulana kadar-İstanbul'daki ilk yılımda arkadaş olduğum Akif aracılığıyla- İstiklal'deki Ravouna adlı bir Butik Otel'in teras katında garsonluk yapmaya başladım. Akif ise Ravouna'nın resepsiyonistlerinden biriydi:

      Başlangıçta 15.00'dan 23.00'a kadar çalışıyordum. Teras katında sürekli etkinlikler oluyordu. Pazar yogası, reklam galası, jet lag partileri, canlı müzik, söyleşiler, rooftop festivali vs. İyi de geldi. Sürekli hareket halindeydim. O kadar uzun bir zaman, o kadar çok düşünmek durumunda bulmuştum ki kendimi; ilk defa çok düşünmeden, sadece bedenimi hareket ettirerek geçiriyordum zamanı. Eve geçtiğimde kesinlikle halim kalmıyordu. Sabah uyanmakta güçlük çekiyordum. Yapabildiğim tek şey iş başvurularında bulunmaktı. Derken bir müddet sonra teras katını başkaları devraldı. Arkadaşlarımızın bazıları işten çıkarıldı. Ben de çıkarılacağımı düşündüm ancak kaldım. Giriş katta çalışacaktım. Yine geç saatlere kadar açık olacaktı Ravouna, ama ben artık sabah erken kalkmak ve akşamları kendime zaman ayırmak istiyordum. İsteğimi paylaştıktan sonra sabah shiftine geçiş yaptım. 7.45 gibi kalkıyor 10 dakikada hazırlanıp 7 dakikada Ravouna'da oluyordum. Kahvaltıyı orada, canım iş arkadaşım, Karadeniz'in asi kadını Sevim ablayla yapıyordum. İkimizde aynı gün doğmuştuk. Görsel 2018, 5 Aralık'tan. Sevim abla ve diğer iş arkadaşlarım:

     Şimdi bu ne'lik problemine dönecek olursak; iş arkadaşlarım tek yaşamamı, felsefe okumak için İstanbul'a gelmiş olmamı ve şu an burada garsonluk yapmamı, bununla birlikte tango gibi pek de alışık olunmayan bir eğitmenlik programına zamanımı ve paramı harcamamı, kazancımı da yine bir birikime dönüştüremeden ev ve eğitim masraflarıma ödüyor olmamı büyük bir şaşkınlıkla karşılayıp uğraştığım bu alanları boş işler olarak görüyorlardı. Bir arkadaşımızın kız arkadaşı, benim de 2014'te MSGSÜ Tango Kursu'ndan tanıdığım, İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü' nden mezun olan Ece'nin, Türk Hava Yolları'na hostes olarak girmesiyle gündemimizde THY vardı. Evet, elbette ben de para kazanmak, daha ferah bir evde yaşamak, süslenip püslenip gezmek istiyordum; ama sadece bunlar için yaşayamazdım. Felsefi okumalarımı sakinlikle yapabilmek, tiyatroya devam etmek ve dans etmek de istiyordum.  Arjantin Tango Eğitmenlik Programı'mız, Beşiktaş'taki Pera Sanat'daydı- Rol değişimi yaptığımız çalışmalardan birini ekliyorum. Uzunca bir süre hem bir follower hem de bir leader olarak birbirimizi dinlemeyi, yönlendirmeyi ve uyumla hareket etmeyi öğrendik. Neredeyse hepimiz yıllardır Arjantin Tango yapan insanlardık ama eğitimimize sıfırdan başlamıştık-  : 



     Eğitmenlik Sınıfı'nda ise yaş ortalaması büyüktü. Ben henüz 24'e girmiştim. Çok şükür ki Salih ve Elif de oradaydı. Ah Elif'e denk gelmek ne büyük bir şanstı. Bana sorsanız her şey olması gerektiği gibiydi de, insanlarla konuştukça, benim üzerinde olduğum zeminin kayganlığının onlarda yarattığı kaygıyla karşılaşmak çok rahatsız ediciydi. O kaygı aslında kendilerine aitti. Elbette bunu bilinçli bir art niyetle yapmıyorlardı. Ama aslında kendilerini belirli, planlanmış ve garantili bir yaşamdan alma düşünceleri bir anlığına da olsa onları rahatsız ediyor ve bu kaygılarını bana da yüklüyorlardı. Bunu sadece iş arkadaşlarımda görmedim. Milongalarda- Arjantin Tangosu'nun yapıldığı mekânlar- karşılaştığım insanların meraklı sorularında da gördüm. Ne'ydim ben? İstanbul'da ailemden uzakta tek yaşıyor ve garsonluk yapıyordum. Bir de neredeyse 6 yıldır Arjantin Tango yapıyordum. "Nasıl geçiniyordum? Ailem yardımcı oluyor muydu?" Ay size neydi acaba? Bunu bir avukat sordu bana. İşin komiği akademisyen olan bir kadın da sordu. Elif de benim gibi tek yaşayan biriydi. Drama eğitmenliği yapıyordu. Aynı zamanda oyuncu ve Arjantin Tango dansçısıydı. 30'larında bir kadındı. "İnsanlar hep konuşacak"tı. Buna alışmam gerekiyordu. Hayallerim vardı. Nasıl hayaller olursa olsun, sevdiğim hayatı oluşturmak için çabalıyordum. Buna odaklanmalıydım. Hepsi bu. Sonunda Elif'le vardığımız kanı, sevgili Yusuf Atılgan'ın "Belki de insanlar kendi kendilerini düşünmek, hayaller kurmak için yeteri kadar yalnız kalamadıklarından anlayışsız oluyorlardı." sözüyle özetlenebilir. Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ıyla karşılaşmam şöyle oldu: Bir gün canım Salih'in, Elif'in Kuzguncuk'taki evinde toplaştığımız bir günün sonunda, arabasının arkasındaki kitapları açıp "istediğinizi alın" demesiyle, uzun süredir okumak isteyip bir türlü denk gelemediğim Aylak Adam'ı seçmiştim. Bu kitabı bir günde bitirip sabahında bir arkadaşımla kahvaltı ettikten sonra Sultan Ahmet'ten ayrılmış, Kabataş'a kadar yürümüş, sonra da Yalçın'la buluşmuştum. O da tam o zamanlarda Aylak Adam'daki bir sahneden esinlenerek çizmiş olduğu "Bay C ve Sevgilisi"ni göstermişti bana. İşin tuhaf yanı, tam da zihnimde resmettiğim görüntüyle karşılaşmış olmamdı. Aşağıdaki resim Yalçın Bulut'a ait. Bu yazının kapak fotoğrafı olsun istedim. Resme merakınız varsa ve Yalçın'ın sayfasında gezinmek isterseniz instagram hesabını ekliyorum -bağlantısı burada- :


     Düzenli ödemelerimi yapıyor, bir yandan da iş aramaya devam ediyordum. Formasyon sertifikamı  almıştım. Yani herhangi bir kolejde Felsefe Öğretmenliği yapabilirdim. Böylece yeniden okumalara döner, kendimi hazır hissettiğimde yüksek lisansa başvurabilirdim. Derken maaşlarımız geç ödenmeye başladı. Bu durum iki aydan fazla sürdü ve sonunda mutfak da kapatıldı. Bu belirsizlikte daha fazla halihazırdaki şartlarımı devam ettiremeyeceğimi ve işten çıkarsam iş aramaya daha çok yoğunlaşacağımı düşünerek istifamı verdim. Yılbaşını Yıldız ablamda geçirmek istedim ve Mersin'e gittim. Aşağıdaki fotoğraf ise Ravouna'daki son günlerimde, Adana'daki Mine ablamın bir gün ansızın İstanbul'a, çalıştığım yere gelip bana yaptığı sürprizin şokuyla çekildi:



     Yapabileceğim her şeyi yapmıştım.  Eğitmenlik Sınıfı da ara tatile girmişti. Şimdi bir ay ailemle vakit geçirecek ve hayata güvenecektim. Yılbaşından sonra, Mersin'den Adana'ya geçeli henüz bir hafta olmamıştı ki Türk Hava Yolları'nın mülakatına çağrıldım. Sanki şu mezuniyet kepini attıktan sonra-atamamıştım da zaten. Leyla ablam kep düzgün dursun diye o kadar  tel toka takmış ki ben çıkarmaya çalışırken herkes atmıştı. Videosunu ekliyorum. O kepi sonradan atıp tutmaya çalışan benim. Bahar ablam da tel tokalardan bihaber "Roz sen okulda kalacaksın galiba bu bir işaret olmalı" yorumunda bulunmuştu 😅. Nasıl bir işaretse?- bir rüzgar esti ve o günden bugüne bir yaprak gibi savurdu beni. Birazcık gülelim 🙈:



     İki haftanın sonunda yeniden İstanbul'a döndüm. THY'ye başvurma amacım hem kazancı hem de yolda olma durumuydu. Böylelikle birikim yapar, yeterince yaptıktan sonra da yükseğe başlayabilirdim. Sonuç itibariyle olan İngilizcemle felsefe sevgimi yeterince belirtmiş olmalıyım ki mülakatı geçemedim. O gün iki şey yaptım: Doğa Koleji'ne gidip cv'mi bıraktım. Ardından  Galata'da bir kitap standında tanıştığım, bir sonraki yıl MSGSÜ'nün Bomonti Kampüsü'nün giriş kattaki standında denk geldiğim, çayını ve sohbetini paylaşan canım arkadaşım Hakkı Gümüştaş aracılığıyla, MSGSÜ mezunu bir oyuncu olan Hakan Pişkin ile görüştüm. Karaköy'de Tiyatro İkici Kat'da dersi vardı. Hakan Pişkin ile kuracağım bir sonraki diyalog 6 ay kadar sonra Bahçeşehir Üniversitesi'nin Müzikal Tiyatro Akademisi adlı yarı zamanlı bir Konservatuar Bölümü'nün giriş sınavı için olacaktı. Ardından Ravouna'ya gittim. Sevim ablayla kahve içtim. "Zaten senin gözün yoktu orada" diyor ☺ Bir müddet Aylak Adam'daki C gibi gezindim. İstanbul'daki ablam ve eniştemin desteği benimleydi. Derken Kadıköy Emek Tiyatrosu'nda "Benim Komşum Tiyatro" adlı bir programa başladım. Hafta da bir gün, hafta sonlarıydı. Her hafta bir oyuncu davet ediliyor, söyleşiler yapılıyordu. Ardından doğaçlama yapıyorduk. Emek Tiyatrosu'nun kurucusu sevgili Pınar Yıldırım yönetmenliğinde Nâzım Hikmet'in şiirlerinden oluşan bir dinleti hazırladık. İstanbul'daki ilk seyirci önü deneyimim de böylece gerçekleşmiş oldu:


            

                                                             
                  
 


     Bir yandan da okullarla görüşmelere başlamıştım. Önümüzdeki dönem için öğretmen alımları başlamıştı. Mimar Sinan Felsefe'den sevgili Güçlü Ateşoğlu Hocam bana referans olmuştu. ODTÜ'den arkadaşı sevgili Çetin Balanuye aracılığıyla Uğur Okulları Felsefe Bölüm Başkanı'nın yanında iki ay kadar, hafta da iki gün gönüllü staj yaptım. Aslında Formasyon Eğitimi'nde staj deneyimim olmuştu. Ancak mezuniyet sonrasında garsonluk yapmış olmam kurum için pek de iyi bir iş deneyimi değildi. Kaldı ki mezun olalı henüz bir yıl bile olmamıştı. Boş zaman benim için, insanın kendini inşa ettiği zamandır ve değerlidir. Ben de tüm ilgilerimin üzerine eğilmeye çalışıyordum. Kadıköy Belediyesi'nin "Gençlerle Felsefe" adlı programına gönüllü oldum. Programın diğer iki iş birlikçisi ise Opus Noesis ve Alternatif Eğitim Dergisi'ydi. Barış Manço Kültür Merkezi'nde olan program, sanırım her ayın ikinci haftasıydı. Böylelikle Opus Noesis'in  kurucusu olan Metin Bayrak ile tanışmış oldum. İlk günün sonunda Metin Hoca'yla selamlaşıp "bir sonraki ay görüşmek dileğiyle" ayrıldım. Ancak bir iki hafta sonra Metin Hoca'dan bir telefon aldım. Opus Noesis'te, İstanbul Medeniyet Üniversitesi'yle birlikte, "Çocuklarla Felsefe Kolaylaştırıcı Eğitimi" sertifika programı yürütülüyormuş. Kendi asistanı o dönem uygun olmadığından benim kendini asiste edip edemeyeceğimi, soruyordu. Ben de kabul ettim. Opus Noesis Teşvikiye'deydi. Pandemi Süreci'yle birlikte birçok Felsefe Atölyesi'ni online platformda gerçekleştirmekte. İlgilenirseniz web sitesini buraya-bağlantısı burada- ekliyorum. Metin Hoca bana çok benziyordu. Hızlı hareket ediyor, yediklerine acayip bir biçimde dikkat ediyor ve mimarlık, sosyoloji, felsefe gibi farklı farklı alanlarla aktif bir biçimde ilgileniyordu. Sonunda benim ne'liğime değil nasıl'lığıma bakan birine denk gelmiştim. İki ayın sonunda ben de P4C-Philosophy with children or communities- olarak kısaltılan Çocuklarla ya da Topluluklarla Felsefe sertifikamı aldım. Aslında sertifikamı onu asiste etmemin karşılığı olarak ve harika bilgiler edinmeme ek olarak Metin Hoca hediye etti:


     Uğur Okulları'nda yaptığım staj Bölüm Başkanı'nın 1,5 ayın sonunda "Rozerin önümüzdeki dönem için alım yapıp yapmayacağımız henüz belli değil" demesi ve bundan iki üç hafta kadar da çalışmaya devam etmem üzerine beni bir sorgu sürecine itti. "Ne yapıyorum ben burada?" dedim kendi kendime. Mimar Sinan Felsefe'den mezun olmuş, Yıldız Teknik'ten formasyon belgemi almış, şimdide İstanbul Medeniyet Üniversitesi'nden P4C belgemi almıştım. Ancak hala belirsizlikler içindeydim. Daha ne yapmam gerekiyordu. Kaldı ki bütün bunlara ek olarak yaptığım staj mesleğimi deneyimlemek içindi. Ancak benden excel'e toplantı tarihleri ve öğretmenlerin bilgilerini girmem isteniyordu. Tam olarak bu isteği duyduktan sonra "halihazırdaki düzenimi devam ettirebilmek için çalışmam gerektiğinden stajımı sonlandırmak istediğime" dair bir mail gönderdim. Edindirdikleri iş deneyimi için de teşekkürlerimi ekledim. Çetin Hoca Antalya'da yaşıyordu. Onunla hiç yüzyüze gelmemiştim. O kadar uzaktan hiç tanımadığım biri bana referans olmuş ve bu deneyimi yaşamama vesile olmuştu. Dolayısıyla ona minnettardım.  Yaşadığım bu deneyim, bana, her daim taleplerim konusunda-konunun bağlamı itibariyle özellikle iş görüşmesinde- hiçbir ihtimale yer bırakmaksızın açık ve net olmam gerektiğini öğretti. Bu durumda taa görüşmenin başında-her ne kadar referansım aracılığıyla "bir öğretmen olarak" çalışmak istediğim belirtilmiş olsa da- "bu stajı kurumunuzda kadrolu bir Felsefe Öğretmeni olarak çalışmak için yapıyorum" demem gerekirdi.  Ya da "önümüzdeki dönem için alım yapıp yapmayacağımız henüz belli değil" bilgisinden sonra orada devam etmemem gerekirdi. Hiçbir ihtimale yer bırakmadan açık ve net olmak, çok ama çok önemliymiş. Tam bu hafta ilk ev arkadaşım Ecem'in düğünü oldu. Ben ve diğer yatay geçişli arkadaşlarım-Özgül ve Gülben- Konya'ya düğüne gittik. Bir düğün hazırlığı karesi:


     Bütün bir yıl deli gibi çabalamıştım. Arjantin Tango Eğitmenlik sertifikamızı almak üzereydik. Sanırım Dünya Dans Günü'nden bir gün önceydi. Ablamlardaydım. Ertesi sabah evime geçecektim. MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama'dan Yağmur Arat adlı bir youtuberı takip ediyordum. Dünyayı geziyordu. Derken zihnimde bir ışık yandı. "Ne yapıyordum burada?" Dilimi geliştirmek, çeviri kitap okumak yerine direkt orijinal kaynaklardan takip etmek varken burada oturmuş neyi bekliyordum? Yeni bir ülkeye gidip dilimi geliştirip part time çalışabilirdim. Zaman değerliydi. Neden değerlendirmiyordum ki? Tabi buna etken bankanın bana verebileceği kredi teklifiydi. Çektiğim kredinin geri ödemesini bitirmek üzereydim. Sanırım 30.000 TL'ye yakın çekebilecektim. Ertesi gün epey işim vardı. Sabah erkenden eve geçip heyecanla ortalığı temizledim. Duşa girdim ve sabaha kadar düşünmekten gözüme uyku girmediğinden uyuyakaldım. Uyandığımda saat 13.00'dı. Metin Hoca mesaj atmıştı. 15.00 gibi Opus'a geçecektim zaten; ama eğer uygunsam 12.00 gibi orada olmamı, beni biriyle tanıştıracağını yazmıştı. Bütün bu aklımdan geçenleri Metin Hoca'yla paylaşıp ona danışmak istiyordum. Hemen hazırlanıp çıktım evden. Geçmiş P4C eğitimlerinden bir grup toplanmış aldıkları eğitimden sonra mesleklerinde yaşadıkları deneyimleri paylaşıyorlardı. Her biri farklı okullardan ve mesleklerden 7-8 kişi kadarlardı. Şiş suratım kendini ele verdiğinden Metin Hoca kapıyı açınca "Rozerinciğim kahveni al da gel" diyip beni mutfağa yönlendirdi :) Ben de kahvemi aldım ve bir süre sonra çembere dahil olup kendimi tanıttım. Yeni mezun olduğumu, iş arama sürecinde olduğumu, bu sırada da İstanbul'un nimetlerinden faydalanarak ilgi alanlarıma yöneldiğimi, felsefe, tango ve tiyatroyla ilgilendiğimi söyledim. Katılımcılardan biri, bir arkadaşının da tango yaptığını söyledi. Bana, nerede yaptığımı sordu. Pera Sanat'da eğitmenlik sınıfında olduğumu öğrenince, arkadaşının da orada olduğunu öğrendim. Toplu bir fotoğraf çekildik ve herkes ayrılırken aynı kişi bana Doğa Koleji'nde Felsefe Bölüm Başkanı olduğunu ve Metin Hoca'nın cv'mi kendisiyle paylaştığını, yakın zamanda beni arayabileceklerini, söyledi. Teşekkür edip yolcu ettikten sonra Metin Hoca'yla başbaşa kaldık. "Evet Rozerinciğim" deyip dinleme haline büründü ve ben de başladım pıtır pıtır düşüncelerimi anlatmaya: Yorulmuştum. Yapabileceğim her şeyi yapmıştım. Bedenimden ziyade psikolojik olarak yorulmuştum. Artık yaptığım iş görüşmelerinde tek yaşadığımı söyleyemiyordum. Evli değildim, ailemle değildim, bütün bunlara rağmen İstanbul gibi pahalı bir şehirde tek yaşıyordum. Sanki tüm kurumlar için bir tehdit unsuruydu bunlar. Kadın, erkek farketmeksizin aynı bakışı görüyordum insanların suratında. Evet yapı itibariyle biraz küçük görünüyor olabilirdim, ama 24'tüm yahu! İstediğim tek şey öğrendiklerimi aktarabilmek ve öğrenmeye devam etmekti. Ama olmamıştı işte. Ben de yurt dışına gitmeye karar verdim. Dilimi geliştirmeliydim. İngilizce seviyem "anlıyorum ama akıcı bir şekilde konuşamıyorum" modundaydı hala. Bir yandan part time çalışırdım, dilimi geliştirirdim, hem bir genç kadın olarak tek yaşadığım için yargılayıcı bakışlara denk gelmeden yaşabilirdim belki. Metin Hoca beni anladığını söyledi. Sabri Hoca'yı uğurladıktan sonra cv'mi paylaştığını söyleyip kendisinin de bir teklifi olduğunu söylemişti. Eğer burada olursam, Fethiye'de aileler ve çocuklar için hazırlamış olduğu bir yaz tatili eğitim programında yer almamı istiyordu. Yurt dışı konusunda da beni tanıştırabileceği bir arkadaşı olduğunu söyledi. Yakın zamanda gidip görüşecektik. Oradan ayrıldım. Pera Sanat'a geçtim. Elif''e milonga arasında bütün bunları anlattım tabi. O da "ay hadi Roz inşallah olur şu yurt dışı işi" diye beni gazladı. Dönüş yolunda da Beşiktaş'tan Beyoğlu'na kadar yürüdüm. Ancak dans ve yürümek düzenliyordu zihnimin dağınık çekmecelerini. Yolda tatlımı aldım. Eve gidip çayımı yaptım. Biraz ağladım, biraz film izledim. Artık gidecektim. Uyuyakaldım. Sabah bir telefonla uyandım. Doğa Koleji'nden arıyorlardı. Eğer mümkünse bugün görüşmek istiyorlardı. Şişhane'den iki katlı 76/E adlı otobüse bindim. Yaklaşık bir buçuk yıl aynı otobüsü kullanacaktım. Otobüste en öne oturdum. Daha önce Bahçeşehir'e gittiğimi hatırlamıyorum. En son yaptığım staj Halkalı'daydı. Yaklaşmaya yakın kolejin yerini şoföre sordum. Biraz tepede kalıyordu. Yanımdaki yolcu da tarif etmeye başladı. Sonra öğretmen olup olmadığımı sordu. Ben de görüşmeye gittiğimi söyledim. Bunu duyan şoför "işe yeni başlayan öğretmenler ne kadar alıyor ?" diye sordu. Yanımdaki yolcu da" asgari ücret kadar" dedi. Bunun üzerine uzun saçlı, gözlüklü marjinal şoförümüz, çorap fabrikasında bile daha fazla verdiklerini söyledi. Ben de bu espriden sonra indim ve görüşmeye girdim. Dönüş yolunda aynı şoföre denk geldim. 

Ek: 2019'un başlarında dinlediğim, bu ayın yazısını hazırlarken yeniden zihin süzgecimde beliren parçayı paylaşmak istiyorum: Aaron - Lili. Başlık adını bu parçanın sözlerinden aldı ❤ Bu ay izlediğim film ise parçayı yeniden dinlemeye başlayınca karşıma çıktı. Senaristliğini ve yönetmenliğini Philippe Lioret'in yaptığı 2006 yapımı bir Fransız filmi: Je Vais Bien, Ne T'en Fais Pas 



Ek 2: Ravouna'nın teras katında çalıştığım dönemde-8 Eylül 2018'de-, rooftop festivalinde Akın Sevgör adlı bir müzisyen sahne almıştı. O zamana kadar adını bilmediğim bu adam o akşam müziğiyle dikkatimi çekmişti. Bu aralar "İsimsiz Metin" adlı bir kitap çıkarmış. Henüz okuma fırsatım olmadı. Şimdilik blog sayfasını ilgiyle takip ediyorum. Bu ay okuduğum yazısını da buraya ekliyorum: Bir Ölüm Kalım Meselesi: Royalty Free


Hoş geldin Haziran ☺ 

Temmuz'da görüşmek dileğiyle ❤



Kaynakça

* Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yayınları, İlk Baskı Yılı: 2001.

* Aylak Adam, Yusuf Atılgan, Varlık Yayınları, İlk Baskı Yılı: 1959.


Tahta Kalem

Telif Hakkı©2020-2021 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2020-2021 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright notice and links are included. https://tahtakalem01.blogspot.com/





2021/05/01

Bugün Hangi Hayvansın?

"İçtiğin şaraplar,

Öptüğün dudaklar,

Her şey onlarla başlar.

O vakit düşün neydin dün? 

Nesin bugün?

Yarın da olacaksın ancak bu kadar!" 

diyordu Hayyam, Amin Maalouf'un Semerkant'ında yer alan rubailerinden birinde.. Benim gibi İstanbul'a oranla küçük bir şehir olan Adana'dan önce Samsun'a ardından İstanbul'a geçiş yapan biri için üniversite, Turgut Özakman'nın Ah Şu Gençler adlı tiyatro oyunundaki bir tiradın giriş cümlesi gibi: Hayata açılan bir kapıydı. Dolayısıyla blog oluşturmaya karar verdiğimde, o kapıdan adım atmaya başladığım günden bu güne her ay yaşadıklarımı- okuduğum yazıları, izlediğim filmleri, dinlediğim şarkıları, kalp ve zihin süzgecimde kalanları- aktaracağım ve bunu ne'liğimden ziyade nasıl'lığımla açımlayacağım bir platform olsun istedim. Çünkü 20. yy Felsefesi I dersinde sevgili Özge Ejder hocamızın anlattığı üzere, ne'lik kategorik bir iş görmeydi. "Bu ne?" diye sorduğumuzda "su" ya da "bardak" dediğimiz gibi, bir insan için "bu ne?" diye sorup "budur" diyemiyorduk: 

Suyun bardağın içinde olmaklığı gibi ben dünyanın içinde değilim. Bir entitenin başka bir entitenin içinde olmaklığı kategoriktir. Ve biz bu kategorik tek tek varolanları birbirinin karşısına yerleştirebiliriz. Bu kategorik iş görmedir. İnsanın dünyanın içinde olduğunu söylemek ise varoluşsaldır. Bu nedenle Heidegger ontolojiyi epistemolojinin önüne geçirerek varlığı inceliyor. "Bir şeyin ‘ne’ olduğunu söylemeden önce biz o şeyin ‘var’ olduğunu söyleriz."diyor. Heidegger’in felsefesi, bir mevcudiyet metafiziği eleştirisidir. Mevcudiyet metafiziğinin sorumlusu Ne’lik sorusudur. Bir şeye ‘ne?’ diye sorduğumuzda özne ve nesneyi karşı karşıya getiriyoruz. Ne’lik epistemolojik bir zemindedir. Fakat Heidegger insan varlığının bir bardak gibi karşımıza koyup, zihnimizin araçları yoluyla kavranabilir, kuşatılabilir, onun ne olduğunun söylenebilir bir şey olmadığını söyler. 
     Sartre ise pek çoğumuzun kulağına çalınan "varoluş özden önce gelir" sözüyle Varlık Ve Hiçlik adlı kitabında insanın, önce var olduğuna sonra öz-nelik- dediğimiz şeyin eklendiğine-içine doğduğumuz kültür, ülke, aile, çevreye göre- ve bize eklenenlerle sınırlı varlıklar olmadığımıza, bir bıçak gibi belirli bir amaç için tasarlanmadığımızdan kendi kendimizi belirlemeye, oluşturmaya mahkum olduğumuza işaret ediyordu: "İnsan özgürlüğüne mahkumdu.

     Kaan H. Ökten'in Varlık ve Zaman dersinde not düştüğüm üzere Heidegger, bu nelik-nasıllık ilişkisini fenomenolojik yöntemle açıklıyordu:

     Phainomenon -Fenomen- iki anlama sahiptir. İlki kendini kendinde kendisi gibi gösteren olarak ayan eden, ikincisi kendini kendinden başka olarak gösteren zevahir'dir. Bazen bir şey kendisini başka bir şey üzerinden duyumsatabilir. Gizleyebilir. Ne’lik probleminde o bir şey kendisini gizleyen olabilir. Bu nedenle şeyin kendisini "ne" olarak değil, "nasıl" olarak gösterdiği bizim problemimiz. Heidegger, Varlık ve Zaman adlı kitapta "Fenomenolojik yöntem yoluyla biz bir ne’lik değil, nasıllık araştırması yapmış oluruz." der ve bu araştırmayı yaparken Dasein'ın dünyadan ayrı olmadığına işaret eder.                             
                    Dasein--------------------------------orada olmaklık

Being there

Dünya içinde varolmaklık

Diğerleriyle varolmaklık

Başını sonunu bilen

Ölüme doğru olmaklık

Ne’liği bakımın değil, Nasıl’lığı bakımından anlaşılabilir.

Kendi varlığının anlamını kendisine sorandır.

Dasein’a ego , özne, cogito diyemeyiz.

ZAMANSALLIK + MEKÂNSALLIK bakımından bir ilişkiye koyacağız.

     Zamanda-mekânda bir koordinat olarak gösterilebilen bir şey değil insan varlığı. "Zamansallıkta ve mekânsallıkta mevcudiyeti değil, varlığı bakımından anlaşılabilen bir varlıktır. Dasein dünyaya bulaşıktır". Okulda öğrenci, otobüste müşteri, evde çocuk, sokakta gençtir. Dasein'ı bir koordinat gibi gösteremiyoruz. 5 yaşımda tiyatro-folklor-müzik kursuna başladım, yıllarca da devam ettim; ancak  20 yaşımda, 30'larımde ya da 40'larımda da müzikle, dansla ya da tiyatroyla ilgileneceğim diyemiyorum-ilgilenmeyi diliyorum-.  Çünkü herhangi bir anda x kişi olarak kendimdeyim, ancak x kişi olmaklığa sıkışmış değilim. 

İnsan varlığı "ne" ise o değildir. Bir olanak çokluğudur. Ve bu olanak sadece onun olan olanaktır. Onun katettiği bir zamansallık bakımından ve bu zamansallığı kuşatan bir mekânsallık bakımından ve de bu olanakların otantikliği bakımından vardır. 

İn- Otantik / Gayri-sahih: ‘x kişi’ 30 öğrenciden bir tanesi

     Otantik / Sahih: ‘x kişi’ kendisi gibi olan

      Ve yine Özge Ejder'in 20. yy Felsefesi I dersinden aklımda kalan bir diğer cümle ise: Herhangi bir zamanda 'ben buyum' dediğimde kendi imkân çokluğuma kilit vurduğumdu. Lisans hayatımın üçüncü yılında Nietzsche'den Heidegger'e Hayvanlardan İnsanlara adlı bir ders almıştım. Sevgili Erdal Yıldız hocamız bizlere Kapı Birden Vuruldu adlı bir kitap okutmuştu: Bir yazarın evine röportaj yapmak için gelen gazetecilerden biri "neden eşinizden ayrıldınız?" diye bir soru soruyordu. Yazar ise çocuğunun oynamaktan keyif aldığı bir oyundan bahsetmeye başladı: Çocuk etrafındaki insanlara "bugün hangi hayvansın?" diye soruyordu. Baba "bir fareyim" ya da "kuşum" deyip çocuğuyla oynamaya başlıyorken anne ise "Anneyim ben anne! Çok ayıp! Annelere hayvan denilmez" diyordu. Bir gün üst komşularının eşinin öldüğünü öğrendiler. Bir süre sonra ise eve başka kadınların girip çıktığını fark ettiler. Yazarın eşi bu durumdan rahatsız oluyordu. Komşularının evinden çıkan bir kadınla karşılaştıkları günlerden birinde çocuk kadına "bugün hangi hayvansın?" diye sordu. Kadın ise "bir aslanım ben" deyip, kükremeye başladı. Çocuk güldü ve annesi onu çekiştirerek içeri soktu. Eve girer girmez dayanamayıp eşine "Şuna bak! Kadın öleli ne kadar oldu! Eve sürekli oruspular gidip geliyor!"dedi. Yazar ise eşinin, çocuğunun yanında "oruspu" demeye utanmadığını; ancak bir anne olduğu için çocuğuna oyundan da olsa herhangi bir hayvanım, diyemediğine takılıp kaldığını söyledi. Yani eşi artık bir "anne"ydi. Bu gerçeğe öylesine sıkı sarılmıştı ki oyundan da olsa "kuş" ya da "fare" olamıyordu. Kendi imkan çokluğuna kilit vurmuştu. 

     Sonuç itibariyle insanın bir koordinat gibi ele alınmayacağını, x kişinin belirli bir zaman diliminde yaptığı davranışların ve yapmadıklarının onun kim olduğunu anlamamızda bize doneler verdiğini; ancak x kişinin, x kişi olarak, x kişi olmaklığa sıkışık kalmadığını, adına varoluş dediğimiz bu olgunun bizlere bir olanak çokluğu verdiğini öğrenmiştim. Bu nedenledir ki herhangi bir insanı ya da bu blogda paylaştığım kendimi ne'liğim üzerinden-bir müzikal tiyatro öğrencisi, felsefe öğretmeni, arjantin tango dansçısı- değil, nasıllığım üzerinden- heyecanım, neşem, hüznüm, uğraştığım alanların ve çemberime dahil olan insanların bende oluşturdukları duygu durumları ve tabi ki her defasında tercihlerimle keşfettiğim kendimden, yaşam tortularımdan-  aktarmaya karar verdim. Günümüzde hala yaşamakta olduğumuz Covid-19 sürecini bir fırsat bilerek -ki hayatımın beş yaşımdan beri en sakin dönemi olma özelliğini taşır- nasıllığımı üniversite 1. sınıftan itibaren anlatmaya başladım:  1. Birinci Sınıf, 2. İstanbul'a Yatay Geçiş, 3. Afalladığım Yıllar, 4. Yeniden Dirilme, 5. Felsefe Yükü, 6. Mezuniyet sıralamasında-ki bu başlıklar üzerinden ilgili bağlantıya ulaşabilirsiniz. Ancak bu başlıkları şimdi attım 😅- her ay izlediğim filmlerle ve blogda bahsi geçen kitaplarla paylaşımda bulunarak hedefimi gerçekleştirmeye devam ediyorum. Sizlerden gelen dönütlerle de cesaretlendim. Arada amacımızı hem kendimize hem de çemberimizdekilere hatırlatmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Ki zaten beynimin ağzı olan ellerim buraya kadar yazageldi. 

Şimdi gelelim Mezuniyet'ten sonraki nasıl'lığıma:


     

     Ailemi çok özlemiştim-kaldığımız yerin bağlantısı burada-. Annem henüz Adana'ya gelmemişti. Antalya'daki  Bahar ablamın ikinci çocuğu olmuş, doğum izni bitince ve bir bakıcı tutma durumu içine sinmeyince, annem ablama desteğe gitmişti. Adana'da ise Mine ablam ve yeğenim Berfin vardı. (Biz altı kardeşiz ve en küçükleri benim, en büyüğümüz ise Mine  ablam) Tam o dönemlerde Mine ablamla Adana'da çekildiğimiz bir fotoğraf:



     Birkaç hafta sonra anneciğim de geldi. Adana'da bir ay kadar kaldım. Çevremdeki insanların-o dönem özellikle bana denk geldiklerini düşünüyorum ☺- felsefeye dair en ufak bir fikri yoktu.  Ancak sürekli konuşuyorlardı. "Ee şimdi n'olacaktı?" Size neydi acaba! Nasıl mücadele edeceğimi bilmiyordum. Ama mücadele etmeye devam edecektim. Nietzsche'nin aslanı olmuştum adeta, çocuğunu hatırlayabilmek -unutabilmek, umursamamak, gülüp geçmek- ise bir-iki yılımı alacaktı. Bir ayın sonunda İstanbul'a döndüm. Yeğenim Berfin de geldi. (Ben ilk okul birinci sınıftayken Mine ablam Berfin'i dünyaya getirdi. Ablam çalıştığı için Berfin'i de annem büyüttü. Her ne kadar benden büyük görünse de uyurken uyandırıp sokakta gezdirdiğim, hadi bir gün biri onu kaçırırsa diye kendi kendime senaryo yazıp ağladığım 🙈, danonelerini yediğim, arada ölü taklidi yaptığım-korkunç bir şey biliyorum ama o zaman eğlenceliydi- benim küçük kardeşim.) Mezuniyetten sonra benimle İstanbul'a geldiğinde:



       Ev arkadaşım, eğer o evde devam edersem önümüzdeki yıl da devam etmek istediğini söylemişti. Ama "o evde devam etmek" konusunda emin değildim. "Onunla devam etmek" konusunda da emin değildim. Sonuç itibariyle o da evden çıktı. Bir gün verdiğim ilanlardan birine bir dönüş aldım. Liseden sonra sinema sektörüne atılan, kamera arkasında çalışan, çalışmadığı zamanlarda da dünyayı gezen biri. Enerjisi acayip iyiydi. Hemen anlaştık ve eşyalarını almaya gitti. Sanırım giderken dış kapıyı açık unutmuş. Giriş kattaki sevgili komşumuz dışarıdan seslenmeye başladı. (Sevmediğim şeylerden biri!) "Ne oluyor?" diye camdan baktım. Kapıyı benim açık unutup unutmadığımı, soruyor. O an üst komşum ve dostum olan Yalçın'ın bu kadını sonunda dayanamayıp nasıl kapısından kovduğunu anladım. Ben de, onda numaramın olduğunu, arayıp konuşabilecekken sokaktan bağırmasına gerek olmadığını söyledim. Vay efendim ben miymişim bunu diyen! Başladı sokaktan bağırmaya. Çatıdaki eşyalardan falan bahsediyor-ben evi tuttuğumda evde eşyalar vardı ve onların bir kısmını kullanmayacağımı söyleyip çatıya çıkarmıştım. İsterlerse gelip alsınlardı-. Ben sadece dinliyorum, daha ne kadar saçmalayabilir diye. Derken "rahatsız etmişmişim, senin erkek arkadaşın da sabahın köründe benim zilime bastı..." devamını dinlemeden indim aşağıya. O sırada içeri girmiş. Kapısına vurdum, vurdum. Açmadı. Sonra kapıyı bir erkek açtı. Kadının kardeşiymiş. Elini de kapıya koydu. Kadın da arkasından konuşuyor. Ben de açtım ağzımı yumdum gözümü. Adam bana öyle bir bakıyor ki, sanki suç işlemişim. Yahu erkek arkadaşım ya da kız arkadaşım ne fark eder? Biri sabahın köründe yanlışlıkla bir kere ziline basmış. Özür dilemişim. Ama yok erkek ya, ben de bir genç kızım ya.. Ne varsa söyledim, çıktım yukarıya, ev sahibini aradım. Bu kadına daha fazla enerjimi harcamayacağımı, bir hafta kadar sonra evden çıkacağımı söyledim-bir hafta sonra sözleşmemiz yenilenecekti-. Ev sahibim ve eşi "aman Roz boşver. O çatı bizim çatımız, eşyalarda bizim eşyalarımız, onu zerre miktarda ilgilendirmez bütün bunlar, konuşup dursun" dediler. (Kaldığım evin sahibi vefat etmiş, ev kızına kalmıştı. Bu girişteki kadın da adamın yeğeniydi. Adamın kızıyla da konuşmuyor ve evin kendi babasına ait olması gerektiğini düşünüyordu. Gelen kiracıları da canından bezdiriyordu.) Ama yok ben böyle bir insanla hayatım boyunca denk gelmemiştim. Odayı tutmak isteyen kişiyi de aradım. Durumu anlattım. "Biz geliriz onun üstesinden yaaa" diyor ☺ Eksik Daire arayıp duruyordu. Sonunda açtım. Zamanında bana tavlada yenilmiş ve istediğim bir şeyi alacaktı. Ben de Harari'nin Homo Deus'unu istemiştim. Almıştı ama bir türlü bana verememişti. Tabi ben bu arada o kitabı da alıp okumuştum. Onu vermek istiyordu. Biraraya geldik. Hala onu çok seviyordum. Ama onun sevgisine olan inancım azalmıştı. Cihangir'den İstiklal'e kadar geldik. Bir şeyler yedik içtik. Galata'da oturduk. Saat epey geçti. Sonunda kalktık. Beni Tünel'in oradaki merdivenlere kadar bıraktı. Sarıldık ve ayrıldık. Ne kadar çok sevsem de artık onunla olamazdım. Sevgili Bülent Gözkan hocanın bu haftaki Kant dersinde öğrendiklerim, yaşadığım duygu durumunu özetliyordu: Kant'a göre eylemin ahlaksal değeri, ondan beklenen eğilimde bulunulmasıydı. Eksik Daire kesinlikle ondan beklemediğim eğilimlerle dolu bir yıl yaşatmıştı. "Bir kişiye duyulan saygı aslında onun da bizim gibi ahlak yasasının taşıyıcısı olmasına duyulan saygıydı." Her ne kadar sevgim devam etse de -ki Kant'a göre o hep de devam edebilirmiş- hayatıma saygı duymadığı için ona olan saygımı yitirmiştim.

      Son bir haftam kalmıştı. Yaşadığım ev ilklerimle doluydu.  İstanbul'daki ablam, eşi ve çocuklarıyla Adana'ya gitmişti. Onlara İstanbul'daki eğitim sürecim boyunca her daim yanımda oldukları için minnettardım. Ama artık bu şehri biliyordum. Kendimi biliyordum. Yapabildiklerimin farkındaydım. Kimseye bir şey danışmak ya da kimseden yardım istemek istemiyordum. Evet henüz yeni mezundum ve bir işim yoktu. Ancak geçici süreliğine de olsa mezun olduğum alana dair bir iş bulana kadar tıpkı üniversite sürecinde olduğu gibi garsonluk yapabilirdim. İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler'den bir arkadaşım vardı. Akif ile dostluğum İstanbul'daki ilk yıllarıma dayanır. Onun da okulu bitmiş, askere gidip gelmiş ve kendine göre bir iş bulana kadar İstiklal'deki Ravouna 1906 adlı tarihi bir butik otelde resepsiyonist olarak çalışmaya başlamıştı. Ben de neredeyse yürüyüş için dışarı çıktığım her gün İstiklal'den geçtiğim için arada Ravouna'ya uğrar Akif'le muhabbet ederdim. Bana geçici de olsa orada çalışabileceğimi, istersem benim için görüşme ayarlayabileceğini söyledi. Ben de kabul ettim. Sekiz odası olan bu butik otel Hollanda Konsolosluğu'nun dibinde, etkinliklerle dolu terası olan ve girişinde küçük bir cafesi bulunan harika bir yerdi. Gittiğim günlerden birinde teras katında sorumlu sayılabilecek biriyle görüştüm. Yarın supervisor'la bir görüşme yapıp başlayabileceğimi söylediler. Yalnız hemen başlayamayacağımı, taşınma sürecimde olduğumu söyledim. Nerede oturuyormuşum, nerede ev arıyormuşum gibi tüm bilgilerden sonra anlaştık ve çıktım. Ayda en az 3500 lira kazanacaktım. Bir de tiplerimiz olacaktı. İdare ederdi. İstediğim iki şey vardı. Bir, tek yaşamak istiyordum. İki, yıllardır tango yapıyordum: Türkan Bulut adlı bir kadın Milli Eğitim'le işbirliği içinde Arjantin Tango Eğitmenlik Sertifikası Programı başlatmıştı. Bir yılllık yoğun bir programdı. Kadın milli sporcu ve bir akademisyendi. Tango camiasından bir iki kişiyle konuştuktan sonra bu programa katılmak istediğime karar verdim. Öğretmeyi seviyordum. Dansı seviyordum. Neden lise, üniversite ya da belediye kurslarında yahut özel ders olarak Arjantin Tango öğretmiyeydim ki? Yaşam serüvenimde kesinlikle başıma gelen en güzel şeylerden biri de Arjantin Tango'yla karşılaşmaktı. Sevincimi, mutluluğumu, hüznümü dans ile ifade etmek harika bir şeydi. Boşluğa kaçıştı. Ruhumun dinlenmesiydi. Milongalara-Arjantin Tango'sunun yapıldığı mekânlar- genellikle tek giderdim. Pek kimseyle de sohbet etmezdim. Şimdiye kadar oradan içli dışlı olduğum üç kişi vardı. Ömrümün sonuna kadar da görüşmeyi umduğum üç kişi. Onun dışında "merhaba, merhaba"ydım. Şimdiyse hayatımda koskocaman bir kitle var-sohbet ettiğim ya da etmediğim-. Benimle aynı şekilde kendilerini dans ederek ifade etmekten keyif alan, her yaştan bir dolu insan. Ne çok şey öğrendim onların dans edişlerinden, adımlarından, sarılma biçimlerinden. İnsanın insanı tanıması için tek araç dil değilmiş. Dokunmak ve birbirini anlamaya çalışarak uyumla dans etmek de en az bir tartışmada orta yolu bulmak kadar zor ya da kolaymış. İşte bütün bu duyguları aktarabileceğim ve tuhaf bir biçimde doğduğumdan beri benimle olan bu itkiyi, bu aracı, bu ifade biçimini başkalarına öğretmekten büyük bir  keyif alacağımı düşündüm. 

        Adana'dan bir arkadaşım İpek ile iki günlük bir tatil planladık. Mimar Sinan Üniversitesi'nin Baykuş Plajı'na gittik. O kısa zaman diliminde bütün bunlar zihnimde oturdu. İpek'le de paylaştım. Olabilirdi. Kredi çekip çalışmaya başlar haftada bir günlük Arjantin Tango Eğitimi'ni-ki beş saat kadar sürecek- izin günüme denk getirir, hem programın parasını öder hem de tek başıma eve çıkabilirdim. Ha bu arada ev için 3-4 seçenek ayarlamış kısa tatilimden sonra dönüp onlardan biriyle anlaşacaktım. Kaldığım evin eski ve epey problemli olduğunu, bu nedenle mahallenin tesisatçısıyla, elektirikçisiyle akraba gibi olduğumu söylemiştim-bağlantısı burada-. Bakkalıma, tesisatçıma, elektrikçime haber verdim. Yine o bölgede yaşamak istiyordum. Ancak tek yaşacaktım. Güvenli ve uygun fiyatlı olması önemliydi. Bankadan kredimi çektim. Türkan hocayla görüştüm. Uzunca bir sohbetin ardından bir hafta sonra görüşmek dileğiyle sohbetimizi sonlandırdık. Sosyal medyadan da arkadaş olduk. Tanıtım dersinden sonra net bir karar verecektim. Elektrikçi Hacı abi benimle ev bakmaya geliyordu. Kendisi tam bir Kasımpaşa çocuğuydu. Herkesi tanıyordu. Aynı zamanda emlak işi de yapıyordu. Bana acele karar vermememi, geçici olarak Amasyalı bir amcanın bir binada evleri olduğunu, girişinde yaşayan kadının çıktığını, doğalgazı olmadığını; bu nedenle fiyatının epey uygun olduğunu, biraz idare edebilirsem düzgün bir yer çıkıncaya kadar orayı ayarlayabileceğini, söyledi. Ben de İpek'le birlikte bakmaya gittim. Orada yaşanabileceğine karar verdik. Ardından Galatasaray Lisesi'nin orada ki Ara Cafe'nin yakınlarında yer alan Ziba'ya gidip bir şeyler içtik. Oradan da bolca dans edebileceğimiz bir mekâna geçtik. Yarın taşınacaktım.

     Sabah ev sahibiyle görüştüm. Evi boyatmak istediğimi-hatta kapıyı ve pencereleri de, ziyaret yeşiliydi çünkü- eğer bu eve doğalgaz yaptırırsa en az iki yıl kalacağımı söyledim. Adam ne dediysem "tamam" dedi. Kendisi hanımıyla Amasya'daydı. Tüm bu işlemlerle bir emlakçı olarak Hacı abi ilgilenecekti.  "Ne olacakkk ki biz de seni ziyarete geliriz hahhhha" esprisinden sonra ben ve İpekle boya seçmeye geldi. İkinci elci birine götürdü bizi. Evde L koltuk, tertemiz ve neredeyse yeni sayılabilecek bir buz dolabı, ve giysi dolabı vardı. Yatak, kitaplık ve şifonyerim için nakliyeci tuttum. Yeni evimle eski evim arasındaki mesafe yedi dakika kadardı. Geriye bir tek çamaşır makinesi kaldı. Onu da bir makine mühendisi olan İpek'e bıraktım. İkinci elciden alacağım için pek güvenmiyordum. İpek makinenin altından bir yerini açtı. Oradan sular aktı. İçine baktı. "Tamam bu makine iyidir." dedi ve 300 liraya anlaşıp aldık. Ertesi gün İpek'in işi vardı ve Bostancı'da yaşıyordu. Benim de işim başlayacaktı. ☺ Ayrıldık ve ben faturaları üstüme almaya gittim. Dönüşte de fotoğraf çektirip iş için gerekli belgeleri hallettim ve iş yeri evimle evet yedi dakikalık bir mesafede olduğu için evrakları  hemencecik teslim ettim. Eve geçip temizlik yaptım. Küçücük bir evdi, benim orayı daha derin kırklamam lazımdı; ancak hiç ama hiç gücüm kalmamıştı,  şöyle bir şey oldu:




     İpek'in ailesi ile bizimkiler tanışıktı. Mine ablam Adana'da, Bahar ablam ve Yunus abim Antalya'da, Leyla ablam İstanbul'da, Yıldız ablam Mersin'de yaşadığı için yılda bir kere de olsa planlı ya da plansız bir şekilde cümbür cemaat biraraya geliniyordu. O dönem tüm kardeşlerim Adana'da olduğundan bütün havadisleri ben yetişemediğimde Mine ablam aracılığıyla İpeklerden alıyorlardı. Leyla ablam İstanbul'a döndüğünde taşındığım yerin  yarı zemin kat ve yol ağzı olduğunu görünce neredeyse kalpten gidecekti ama olsundu. Taşınmıştım bile. Çok tatlılardı, iyi ki varlardı; ama benim yaşadığım deneyimleri yaşamamışlardı, yardımlarını ya da akıllarını almak istemiyordum. Tek başıma hayallerimi gerçekleştirmek istiyordum. Bunu yaparken de kimseye mahcup olmamak, kimsenin kaygısını yüklenmemek istiyordum. Zaman aldı ama çok şükür ki anlayışla karşıladılar. 

     Ertesi gün Ravouna'nın teras katında işe başladım. 15.00-23-00 aralığında çalışıyordum. Çalıştığım saatlerde Akif'te oradaydı. Mutfak çalışanları, otel çalışanları, girişteki cafede yer alan garsonlar, Ravouna'nın tesisatçısı, muhasebecisi derken baya da kalabalık bir ekip olduğumuzu fark ettim. Teras'ta sürekli etkinlikler oluyordu. İlk günün akşamında film keyfi vardı. Işıklar kapatıldı, mısırlarımızı ve içeceklerimizi alıp biz de Yalanın İcadı'nı izlemeye başladık. Servis saati bitmişti. Filmden sonra ortalığı toparlayıp dağılacaktık. İş arkadaşım Gökhan'dı. Bana küçük bir çocuğa bakar gibi bakıyordu. Sürekli bir şeyler öğretiyordu. Filmle birlikte ben de düşüncelere daldım. İzin günümü pazartesi seçmiştim. Çünküüüü pazartesi Arjantin Tango Eğitmenlik Programı başlıyordu. İlk hafta boyunca eve geçer geçmez duş alıp yiyeceğim her şeyi yatağıma götürüp bir şeyler izlemeye başladım. Sanırım bazı insanların neden sürekli bir şeyler izleme ihtiyacında olduğunu anlamaya başladım. Kendimi tekinsiz hissediyordum. Bu hislerden kaçmak için de izlediğim şeylere sığınıyordum. Uyuyakalıp ertesi gün işe gidiyordum. Haftanın altı günü çalışıyordum. Bütün bunları ben istedim. Ancak korkuyordum. Tango! O dönem kurtarıcım olmuştu. Eğitmenlik Sınıfı'na, İstanbul'daki ikinci yılımda arkadaş olduğum, aldığım dans eğitimlerinden birinde tanıştığım Salih'i de sürükledim. Bir de  bir drama eğitmeni, oyuncu, tangoyu dramayla birleştirmek isteyen; bu nedenle bu eğitime katılan, dünyalar tatlısı Elif'le tanıştım. Harika bir arkadaş edindim. Her çıkmaza girdiğimde, "ne halt ediyorum ben burada?" dediğimde bana gerek sözleri gerek dostluğuyla "Roz devammm" dedi. 2018 Eylül'e kadar kalp ve zihin süzgecimde kalanlar bunlar. Haziran'da görüşmek dileğiyle, devammm ❤

Kaynakça

* Semerkant, Amin Maalouf, Çevirmen: Esin Talu Çelikkan, Yapı Kredi Yayınları, İlk Baskı Yılı:1998.

* Ah Şu Gençler, Turgut Özakman, Bilgi Yayınevi, İlk Baskı Yılı: 2008.

* Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi/Felsefe Bölümü/Ders Notları: 

20. yy Felsefesi I / Doç. Dr. Özge Ejder / Lisans / 2017.
Varlık ve Zaman / Prof. Dr. Kaan Harun Ökten/ Doktora / 2017-2018.
Nietzsche'den Heidegger'e Hayvanlardan İnsanlara / Prof. Dr. Erdal Yıldız / Lisans / 2016.
Kant / Prof. Dr. Hasan Bülent Gözkân / Yüksek Lisans / 2021.

* Varlık ve Zaman, M. Heidegger, Çeviren: Kaan Harun Ökten, Alfa Yayınları, İlk Baskı Yılı:2018

*Varlık ve Hiçlik, Jean Paul Sartre, Çeviren:Turhan Ilgaz-Gaye Çankaya Eksen, İthaki Yayınları.

* Kapı Birden Vuruldu, Etgar Keret, Çevirmen: Avi Pardo, Siren Yayınları, İlk Baskı Yılı: 2012.

* Homo Deus:Yarının Kısa Tarihi, Yuval Noah Harari, Çevirmen:Poyzan Nur Taneli, Yayınevi: Kolektif  Kitap, İlk Baskı Yılı: 2016.

Ek 1: Kapak fotoğrafım İpek'le gittiğimiz iki günlük tatilden. İpek'in perspektifinden sevdiğim bir diğer fotoğrafım 👇


Ek 2: Nisan ayında izlediğim film, Yann Arthus-Bertrand ve Anastasia Mikova'nın yönettiği Femme(s) adlı belgesel. Tuhaf bir biçimde blog oluşturmaya karar verdiğimden beri izlediğim filmler yazıların geçtiği dönem hissettiğim duyguları harika bir biçimde yansıtıyor. Evrenin armağanı olarak kabul ediyor ve sizlerle paylaşıyorum. Kadın olmaklığı dünyanın her yerinden, her yaştan "kadınlardan" dinleyebileceğiniz bir belgesel. 



Ek 3: Bu ay dinlemekten keyif aldığım müzik grubu ise The Dø. Aslında 2015'lerde "I Origins" filmiyle farketmiş, ancak zamanla unutmuş ardından bu ay tesadüfen denk gelince yeniden dinlemeye başlamış olduğum bir grup. 👉 Buraya harika bir kayıt bırakıyorum.



Tahta Kalem

Telif Hakkı©2020-2021 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2020-2021 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright notice and links are included. https://tahtakalem01.blogspot.com/ 



İnsanların Ağaçlar Gibi Kökleri Olmadığından Ordan Oraya Savrulup Dururlar

            Apartmandan çıkar çıkmaz kapıda Cihangir Meydan'ın köpekleri karşılıyor beni. İnsan sürekli bir yerden bir yere gidince ve k...