2020/12/14

Her Şeyden Önce Yapılması Gerekenler

 


     Hiçbir zaman kendimi tembel ya da çalışkan olarak tanımlamadım. Meraklıydım. Bir şey eğer benim dikkatimi çektiyse onu öğrenebildiğim kadar öğrenmeliydim. Merakımı çeken şey herkes tarafından ilgi duyulan ve çaba sarf edilmesi gereken bir alansa “çalışkan” olarak adlandırılıyordum. Tam tersiyse “acayip”. Yapmak için yapmak bir eziyetti ve her ne yapacaksam ben de heyecan uyandırmalıydı. Aslında üniversiteye kadar çok da planlı bir hayat yaşadığımı söyleyemem. Ancak ailem, tiyatrom ve arkadaşlarım bana çok fazla şey öğretti. 

    Üniversite ile birlikte hayatımı planlamaya başladım. Dil öğrenmeliydim. Sahiden sıfırdım. Dans etmeliydim ve tiyatro yapmalıydım. Nitekim öyle de oldu. Samsun’da bir dil kursuna başladım. Ezberim iyiydi, felsefe acayip bir bölümdü ve ben iyi notlar alıyordum. Arkadaşlarımla başvurduğum burslar çıkmıştı ve çıktığı gibi dil kursuna ödemeler yapılmıştı. Çok istekliydim. Onca yol gidiyordum. Okulumuz şehrin dışındaydı. Zorla da olsa öğrenmem gereken bir dil vardı ama feci halde sıkılıyordum. Ben dizi izleyen biri değildim. İngilizce dizi ya da film izlemek gibi bir alışkanlığım yoktu. Tek olayım rengarenk ailem, 5 yaşından beri gittiğim amatör tiyatro kursları ve kurduğum derin dostluklardı. Bir de tiyatro için dil bilmeli, enstrüman çalmalı ve dans edebilmeliydim. Bir yılın sonunda başlangıç seviye tango dansçısı olmuştum bile ama dile dair en ufak bir gelişme kat edememiştim. 

     İkinci yıl Samsun’da olmayacaktım. Finallerden sonra bölümdeki birkaç hocadan arkadaşlarıma, yemekhanedeki ablalardan güvenliğe kadar herkesle vedalaşmaya başladım. Hayalim İstanbul’du. Olur da olmazsa Ankara ya da İzmir’de okuyacaktım. O yaz tüm belgelerimi aldım ve çantamı hazırlayıp İzmir, İstanbul ve Ankara’ya gittim. Her şehirde iki üniversiteye yatay geçiş başvurusunda bulundum. Ardından Adana’ya ailemin yanına döndüm. İlk önce İstanbul Üniversitesi açıklandı. En üstte Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi’ni görünce feci halde heyecanlandım. Asil olarak girdim sandım. Oysa bizim üniversiteden ikinci öğretimden bir kız alınmış. Not ortalamam epey iyiydi ancak üniversiteye giriş puanım ondan düşükmüş. Her üniversiteden sadece bir kişi alabildikleri için aslında ikinci asil olarak girebilecekken giremedim. Karataş’ta sahildeydik. Elbette üzüldüm ama sevdiklerim yanımdaydı. Güzel bir geceydi ve beklenen yarınlar vardı. Ancak ben Mimar Sinan’dan ümidimi yitirmiştim. İstanbul Üniversitesi olmadıysa o hayatta olmaz, diyordum. Çünkü onun sıralaması daha yüksekti. Üniversite’yi ilk kazandığımda odamdaki tiyatro afişlerini ve saçma sapan karalamalarımı toplarken gereksizleri atıyor anı sayılabilecekleri halamdan yadigar sandığıma yerleştiriyordum. Bir kağıda Mimar Sinan Mimarlık Bölümü yazmışım-aslında sayısal öğrencisiydim. Bir yıl daha hazırlanacaktım sınava ama okuldaki felsefe öğretmenim tiyatroya olan ilgimi biliyordu. Bana “bir yıl daha hazırlanacağına yaz bir yer git felsefe oku. Beğenirsen İstanbul’a geçiş yaparsın hem tiyatroya da devam edersin orada, yok beğenmezsen de gittiğin şehirde yeniden hazırlanırsın” demişti. Ben de “tamam” dedim ve yazdım-. Hayallerimin yazılı olduğu kağıdın altında Beyoğlu, Dans, Tiyatro vs. yazıyor - Nasıl istemişsem yıllardır Beyoğlu’ndan çıkamıyorum. Yakın zamanda taşınacağım. Acaba şöyle ferah bir semte mi taşınsam, diyorum ama sonra bir tuhaf oluyorum. Her neyse bu başka bir yazının konusu olsun-. Sonra ablam içeri girdi ve “O kağıdı ne diye sandığına koyuyorsun, Samsun’a gidiyorsun ya işte! “ demişti. Ben de içerleyerek “Olsun, belki buradan da yolum geçer.” deyiverdim.

     Bir gün böyle salya sümük ağlıyorum. Bir ergenlik aşkım var. Birlikte şarkılar söylüyoruz falan. Yazdığım besteleri biliyor. Kendisi de canlı müzik yapıyor. Konservatuarı yarıda bırakmış. Onun yorumları benim için acayip kıymetli. Çok seviyorum ama o burada, ben artık burada olmayacağım. Ona kol düğmeleri aldım. Göl kenarında buluştuğumuz bir akşam onları hediye ettim. Benim için çok kıymetliydi ve ne olursa olsun hep aklımda olacaktı ama ben burada olamayacaktım. Dolayısıyla aramızdaki bu şey her ne ise bitmeliydi. Ben onu aramayacaktım ama o da beni aramasındı. Aklımı karıştırmasındı. Gülmüştü hatta. “Şimdi seni eve bıraktığımda vardın mı diye yazarsam da mı olmaz ” şeklinde dalga geçmişti. Sonra ben eve gittim. Hüngür hüngür ağlıyorum. Ama nasıl. Ne diye ağlıyorsun sen ayrılmışsın sonuçta. Ama yok bir şey bittiği için değil bitmesi gerektiği için ağlıyorum. Ablam kahve yaptı. Yine “Roz olacak olacak, sonunda gideceksin İstanbul’a” diyor. :) Ama ben zaten bir şekilde gideceğim biliyorum. Hayatımda tanıdığım en yetenekli, güzel sesli ve kalbimi yerinden oynatan kişi için ağlıyorum. Salya sümük uyudum bir şekilde. Sabah zar zaaaaar telefon sesiyle uyandım. İzmir’den arıyorlar. Dokuz Eylül Üniversitesi’ni 1. asil olarak kazanmışım. Ne diyormuşum. Yarın orda olmalıymışım. Yoksa yedeklerden birine geçermiş hakkım. Anneme söyledim ama o hala bir gece önceki halimin sorgusunda beni bana bıraktı. Annem bir ermiş olabilir. Yüreği öylesine geniş. Öyle bir kadın ki beni bana bıraka bıraka sorumluluk bilincimi oturttu. Sonuç itibariyle ablamı aradım. Hemen bilet baktık. Abim amcama söylemiş. Amcam da İzmir’de olan bir arkadaşına bizimle ilgilenmesini rica etmiş. (Amcam ailemizin en sert ve bir o kadar da en düşünceli adamlarından biridir. Tiyatroya olan ilgimi fark edince 5 yaşımda beni ve kuzenimi 4-5 yıl boyunca tiyatro, folklor ve müzik kursuna gönderdi. Ona minnettarım.)

     Üniversite’ye gittik. Tınaz tepe yerleşkesi. Gidiyorum ama böyle pek bir şey hissetmiyorum. İşlemlerimiz tamamlanmak üzere. Son olarak bir ekran üzerinden kayıt bilgilerimi gireceğim ve kaydım tamamlanacak. Ben ekrana bilgilerimi girerken telefonum zar zaaaaar çalıyor. Beni böyle uzun çaldıran iki kişi var. Biri yanımdaki ablam ki onu cam bölmeden görebiliyorum. Dışarıda kahvesini içiyor. Biri de İstanbul’da yaşayan ablam. Ekrana bile bakmadan açtım telefonu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden aranıyorum. 2. Asil kaydını yapmamış. 1. Yedek olarak ben kayıt yaptırabilirmişim. Sonuçlar dün açıklanmış. Eğer bugün saat 16.00’a kadar orada olmazsam hakkım ikinci yedeğe geçermiş. Onları arayacağımı söyledim ve telefonu kapattım. İşte şimdi kalbim kendini hatırlattı. Allahım sanki fırlayacak. Ablama el ettim. Anlattım bir çırpıda olan biteni ama rengim benzim atmış. Ablam başladı, “yapılır mı şimdi bu ya! Dün niye aramamışlar ki! İnanamıyorum kızın en büyük hayaliydi….” Amcamı aradı durumu anlattı. Amcam “Ben bilmem, Yaşar’ı arayın. Onun akademik bilgisi iyidir. Eğer Mimar Sinan daha iyi bir üniversite ise ve yetişebilirse gitsin” dedi. Olur da yetişemezsem İzmir'deki hakkım da yanacaktı. Samsun'da zaten "psikolojiden çift ana dal mı yapsam yoksa bu not ortalamasını yatay geçiş için mi kullansam" ikilemini yaşamış ve seçimimi yatay geçişten yana kullanmıştım. Bütün bu koşuşturmanın sonunda Samsun'a dönmek de vardı ama çift ana dal hakkım yanmıştı. Yaşar Bey’in çalışanıyla birlikte ofisine gidildi. Kesinlikle Mimar Sinan’da okumam önerildi. Uçak biletlerine bakıldı. Bir saat sonraya bulundu. "İyi de ben daha önce hiç Atatürk Hava Limanı’na gitmedim ki. Hem de tek başıma. Yetişebilir miydim?" Onun da çaresine bakıldı. İstanbul’daki eniştem arandı. Eniştem dükkanı bırakıp apar topar bir cuma günü Osman Bey’e gitti. Servis saatine kadar bekleyebileceklerini  söyleyen öğrenci işlerindeki çalışanlara “Lütfen servisi dert etmeyin. Gerekirse hepinizi teker teker evinize  ben bırakırım. Şu an yolda, geliyor.” dedikten sonra yolumu bekledi. 

     Uçakta stresten çubuk krakerleri  ikişerli üçerli ağzıma atan ben en sonunda yanımdaki insanların bakışlarıyla karşılaşınca onlara da çubuk kraker uzatıp başladım hikâyemi anlatmaya. Stresliydim. Yetişebilir miydim? Yanımda bir  mimar oturuyordu. Valizi falan da yoktu. İndikten sonra metroya kadar benimle koşacak, akbilini basacak ve “yolun açık olsun” diyecekti. Aksaray’da metrodan indim ve amcamın İstanbul’da ki arkadaşlarından birini aradım. Orada bekliyordu. Nasıl aralardan girdik nasıl yetiştik bilmiyorum ama sonunda o kapıdan girdim. Öğrenci işlerindeki Zafer’in elindeki evrakları yanındaki adama uzatırken “Felsefe Bölümü’nü bitirdik” sözüyle nefes almayı hatırladım. Ve “ben mi felsefeyi bitirdim felsefe mi beni bitirdi anlamadım” diye mırıldandım. Sonra canım enişteme sarıldım ve ablama doğru giderken listemdeki en sevdiğim  parçalardan birini açtım. O caddeleri geçerken “kim bilir ne telaşlarla koşturacağım bu sokaklarda" diye geçirdim kafamdan. Öyle de oldu çok koştum çok yoruldum. İyi ki koşmuşum.


Ek: Kapak fotoğrafı Lola Rennt (1998) filminden. Yönetmen: Tom Tykwer. Bu ay izlediklerimden. 

Filmin henüz en başında ünlü yazar T.S. Elliot’tan alıntı yapan Tykwer, Almanya’nın en ünlü futbol antrenörlerinden biri olan Sepp Herberger’in sarfettiği bir cümleye de yer verir: “Maçın sonu maçın başlangıcıdır.” Aslında bekçinin söyledikleri de bu ünlü antrenörün sözleri olup futbol dünyasında klasikleşmiştir: Maç sırasında her şey olabilir. Kesin olan tek şey topun oyunda olduğudur. Ve maç 90 dakikadır. Bitmedikçe bitmez…

Şu ‘kader’ denen şey!

“Koş Lola Koş”, ‘kader’ kavramına birkaç açıdan yaklaşan bir film:

1. İnsan hayatları sürekli birbiriyle çarpışır, birbirinin içinden geçer ve birbirini etkiler.

2. En ufak bir ayrıntı bile yaşam eğrimizde büyük bir sapma yaratabilir.

3. Karşılaştığımız bazı durumlarda yaptığımız seçimler hayatımızı yönlendirir. 

Filme Dair Detaylı Bir Yorum: bağlantısı burada

Neden Bu Film?: Bana "eğer ta en başında Adana'da kalsaydım,  Samsun'da kalıp psikolojiden çift ana dal yapsaydım ya da İzmir'de devam etseydim nasıl bir hayatım olurdu?" dedirtti.

Ek2: Görseldeki sandık halamın yadigarı :)

 



Tahta Kalem

Telif Hakkı©2020-2021 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2020-2021 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright notice and links are included. https://tahtakalem01.blogspot.com/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İnsanların Ağaçlar Gibi Kökleri Olmadığından Ordan Oraya Savrulup Dururlar

            Apartmandan çıkar çıkmaz kapıda Cihangir Meydan'ın köpekleri karşılıyor beni. İnsan sürekli bir yerden bir yere gidince ve k...