2021/05/31

Benzeme sakın renksiz bir hayalete... çünkü hayatın en güzel resmi senin içinde...



     Her sokağını, her detayını sevdiğim şehirdeydim. Yalnız, ayağımın altındaki zemin Sabahattin Ali'nin "Kuyucaklı Yusuf "  adlı eserinde dediği gibi, sürekli kaymaktaydı. Bu durum ben de bir heyecan da uyandırıyordu. Ancak insanlar çoğunlukla hangi zeminin üzerinde durduğunuzu görmek istiyorlar. Yeni mezun olmuş olmanız beraberinde "ee şimdi ne olacaksın?" sorusunu getiriyor. Kaldığımız yerden-bağlantısı burada- devam edeceğim. Ancak bu ne'lik problemi hayatımın birçok yerinde maruz kaldığım bir sorunsal olduğundan biraz daha açmak istiyorum. Hayır bu sefer epistemolojiye ya da fenomenolojiye girmeyeceğim. Bu sefer hayatımın içinden örnekler vereceğim. Ki zaten "mezuniyet" kavramı hayatın içine bir "yeniden fırlatılma" değildir de nedir ki? Neden "yeniden" dediğimi ise Tahta Kalem'in Şubat yazısında bahsettiğim "Soul" filmini izleyenler bilir-bağlantısı burada-. Üniversite birinci sınıftan itibaren kalp ve zihin süzgecimde kalanları aktarmak amacıyla 2020 Eylül'de başladığım blog serüvenimiher ay yayınladığım bir yazıyla sizlerle paylaşmaya devam ediyorum. Eğer bu bloga ilk defa giriş yapıyorsanız serüvenimi paylaşmaya 2020 Eylül'den başladığımı  hatırlatmak isterim-1. Birinci Sınıf, 2. İstanbul'a Yatay Geçiş, 3. Afalladığım Yıllar, 4. Yeniden Dirilme, 5. Felsefe Yükü, 6. Mezuniyet  7. Hayata Yeniden Fırlatılma başlıkları üzerinden ilgili bağlantıya ulaşabilirsiniz -.

     Şimdi gelelim mezuniyetten sonraki nasıl'lığıma. Ne'lik problemi her yerden fışkırsa da nasıl'lığım var benim. Nasıldım? Bana sorsanız, her şey olması gerektiği gibiydi. Şartlar belliydi: Bir felsefe mezunuydum. Ailemden uzakta yaşıyordum. İstanbul'a aşıktım. Ailem de İstanbul'da yaşasa bazı şeyler çok daha güzel ve kolay olurdu belki, bilmiyorum. Ama ben İstanbul'u bırakamazdım. Dünyanın her rengi vardı bu şehirde. Dünyanın her rengini gidip görmesem de İstanbul misafir ediyordu kendinde. 

     Bir planım vardı. Geçmişe baktığımda rotamı daha net görebiliyorum. Bir hedefim oluyor. Bu hedef çoğunlukla büyük bir aşkla canıgönülden geliyor. O hedefe ulaşmak için tüm şartları imkanlarım doğrultusunda oluşturduktan sonra doğaçlama yaşıyorum. Ne mi dedim? Bugüne kadar-doğrusu 2018 Eylül'e kadar. Zira 2021 Haziran'dayız.☺- şöyle oldu: Felsefeye devam etmek istiyordum. Ancak İstanbul'dan uzakta yaşayamazdım. Bu nedenle çalışmak zorundaydım. Derken küçük, tatlı, imkanlarıma uygun bir ev bulduktan sonra tek yaşamaya başladım. Felsefeyle daha yakından ilintili olabilecek bir iş bulana kadar-İstanbul'daki ilk yılımda arkadaş olduğum Akif aracılığıyla- İstiklal'deki Ravouna adlı bir Butik Otel'in teras katında garsonluk yapmaya başladım. Akif ise Ravouna'nın resepsiyonistlerinden biriydi:

      Başlangıçta 15.00'dan 23.00'a kadar çalışıyordum. Teras katında sürekli etkinlikler oluyordu. Pazar yogası, reklam galası, jet lag partileri, canlı müzik, söyleşiler, rooftop festivali vs. İyi de geldi. Sürekli hareket halindeydim. O kadar uzun bir zaman, o kadar çok düşünmek durumunda bulmuştum ki kendimi; ilk defa çok düşünmeden, sadece bedenimi hareket ettirerek geçiriyordum zamanı. Eve geçtiğimde kesinlikle halim kalmıyordu. Sabah uyanmakta güçlük çekiyordum. Yapabildiğim tek şey iş başvurularında bulunmaktı. Derken bir müddet sonra teras katını başkaları devraldı. Arkadaşlarımızın bazıları işten çıkarıldı. Ben de çıkarılacağımı düşündüm ancak kaldım. Giriş katta çalışacaktım. Yine geç saatlere kadar açık olacaktı Ravouna, ama ben artık sabah erken kalkmak ve akşamları kendime zaman ayırmak istiyordum. İsteğimi paylaştıktan sonra sabah shiftine geçiş yaptım. 7.45 gibi kalkıyor 10 dakikada hazırlanıp 7 dakikada Ravouna'da oluyordum. Kahvaltıyı orada, canım iş arkadaşım, Karadeniz'in asi kadını Sevim ablayla yapıyordum. İkimizde aynı gün doğmuştuk. Görsel 2018, 5 Aralık'tan. Sevim abla ve diğer iş arkadaşlarım:

     Şimdi bu ne'lik problemine dönecek olursak; iş arkadaşlarım tek yaşamamı, felsefe okumak için İstanbul'a gelmiş olmamı ve şu an burada garsonluk yapmamı, bununla birlikte tango gibi pek de alışık olunmayan bir eğitmenlik programına zamanımı ve paramı harcamamı, kazancımı da yine bir birikime dönüştüremeden ev ve eğitim masraflarıma ödüyor olmamı büyük bir şaşkınlıkla karşılayıp uğraştığım bu alanları boş işler olarak görüyorlardı. Bir arkadaşımızın kız arkadaşı, benim de 2014'te MSGSÜ Tango Kursu'ndan tanıdığım, İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü' nden mezun olan Ece'nin, Türk Hava Yolları'na hostes olarak girmesiyle gündemimizde THY vardı. Evet, elbette ben de para kazanmak, daha ferah bir evde yaşamak, süslenip püslenip gezmek istiyordum; ama sadece bunlar için yaşayamazdım. Felsefi okumalarımı sakinlikle yapabilmek, tiyatroya devam etmek ve dans etmek de istiyordum.  Arjantin Tango Eğitmenlik Programı'mız, Beşiktaş'taki Pera Sanat'daydı- Rol değişimi yaptığımız çalışmalardan birini ekliyorum. Uzunca bir süre hem bir follower hem de bir leader olarak birbirimizi dinlemeyi, yönlendirmeyi ve uyumla hareket etmeyi öğrendik. Neredeyse hepimiz yıllardır Arjantin Tango yapan insanlardık ama eğitimimize sıfırdan başlamıştık-  : 



     Eğitmenlik Sınıfı'nda ise yaş ortalaması büyüktü. Ben henüz 24'e girmiştim. Çok şükür ki Salih ve Elif de oradaydı. Ah Elif'e denk gelmek ne büyük bir şanstı. Bana sorsanız her şey olması gerektiği gibiydi de, insanlarla konuştukça, benim üzerinde olduğum zeminin kayganlığının onlarda yarattığı kaygıyla karşılaşmak çok rahatsız ediciydi. O kaygı aslında kendilerine aitti. Elbette bunu bilinçli bir art niyetle yapmıyorlardı. Ama aslında kendilerini belirli, planlanmış ve garantili bir yaşamdan alma düşünceleri bir anlığına da olsa onları rahatsız ediyor ve bu kaygılarını bana da yüklüyorlardı. Bunu sadece iş arkadaşlarımda görmedim. Milongalarda- Arjantin Tangosu'nun yapıldığı mekânlar- karşılaştığım insanların meraklı sorularında da gördüm. Ne'ydim ben? İstanbul'da ailemden uzakta tek yaşıyor ve garsonluk yapıyordum. Bir de neredeyse 6 yıldır Arjantin Tango yapıyordum. "Nasıl geçiniyordum? Ailem yardımcı oluyor muydu?" Ay size neydi acaba? Bunu bir avukat sordu bana. İşin komiği akademisyen olan bir kadın da sordu. Elif de benim gibi tek yaşayan biriydi. Drama eğitmenliği yapıyordu. Aynı zamanda oyuncu ve Arjantin Tango dansçısıydı. 30'larında bir kadındı. "İnsanlar hep konuşacak"tı. Buna alışmam gerekiyordu. Hayallerim vardı. Nasıl hayaller olursa olsun, sevdiğim hayatı oluşturmak için çabalıyordum. Buna odaklanmalıydım. Hepsi bu. Sonunda Elif'le vardığımız kanı, sevgili Yusuf Atılgan'ın "Belki de insanlar kendi kendilerini düşünmek, hayaller kurmak için yeteri kadar yalnız kalamadıklarından anlayışsız oluyorlardı." sözüyle özetlenebilir. Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ıyla karşılaşmam şöyle oldu: Bir gün canım Salih'in, Elif'in Kuzguncuk'taki evinde toplaştığımız bir günün sonunda, arabasının arkasındaki kitapları açıp "istediğinizi alın" demesiyle, uzun süredir okumak isteyip bir türlü denk gelemediğim Aylak Adam'ı seçmiştim. Bu kitabı bir günde bitirip sabahında bir arkadaşımla kahvaltı ettikten sonra Sultan Ahmet'ten ayrılmış, Kabataş'a kadar yürümüş, sonra da Yalçın'la buluşmuştum. O da tam o zamanlarda Aylak Adam'daki bir sahneden esinlenerek çizmiş olduğu "Bay C ve Sevgilisi"ni göstermişti bana. İşin tuhaf yanı, tam da zihnimde resmettiğim görüntüyle karşılaşmış olmamdı. Aşağıdaki resim Yalçın Bulut'a ait. Bu yazının kapak fotoğrafı olsun istedim. Resme merakınız varsa ve Yalçın'ın sayfasında gezinmek isterseniz instagram hesabını ekliyorum -bağlantısı burada- :


     Düzenli ödemelerimi yapıyor, bir yandan da iş aramaya devam ediyordum. Formasyon sertifikamı  almıştım. Yani herhangi bir kolejde Felsefe Öğretmenliği yapabilirdim. Böylece yeniden okumalara döner, kendimi hazır hissettiğimde yüksek lisansa başvurabilirdim. Derken maaşlarımız geç ödenmeye başladı. Bu durum iki aydan fazla sürdü ve sonunda mutfak da kapatıldı. Bu belirsizlikte daha fazla halihazırdaki şartlarımı devam ettiremeyeceğimi ve işten çıkarsam iş aramaya daha çok yoğunlaşacağımı düşünerek istifamı verdim. Yılbaşını Yıldız ablamda geçirmek istedim ve Mersin'e gittim. Aşağıdaki fotoğraf ise Ravouna'daki son günlerimde, Adana'daki Mine ablamın bir gün ansızın İstanbul'a, çalıştığım yere gelip bana yaptığı sürprizin şokuyla çekildi:



     Yapabileceğim her şeyi yapmıştım.  Eğitmenlik Sınıfı da ara tatile girmişti. Şimdi bir ay ailemle vakit geçirecek ve hayata güvenecektim. Yılbaşından sonra, Mersin'den Adana'ya geçeli henüz bir hafta olmamıştı ki Türk Hava Yolları'nın mülakatına çağrıldım. Sanki şu mezuniyet kepini attıktan sonra-atamamıştım da zaten. Leyla ablam kep düzgün dursun diye o kadar  tel toka takmış ki ben çıkarmaya çalışırken herkes atmıştı. Videosunu ekliyorum. O kepi sonradan atıp tutmaya çalışan benim. Bahar ablam da tel tokalardan bihaber "Roz sen okulda kalacaksın galiba bu bir işaret olmalı" yorumunda bulunmuştu 😅. Nasıl bir işaretse?- bir rüzgar esti ve o günden bugüne bir yaprak gibi savurdu beni. Birazcık gülelim 🙈:



     İki haftanın sonunda yeniden İstanbul'a döndüm. THY'ye başvurma amacım hem kazancı hem de yolda olma durumuydu. Böylelikle birikim yapar, yeterince yaptıktan sonra da yükseğe başlayabilirdim. Sonuç itibariyle olan İngilizcemle felsefe sevgimi yeterince belirtmiş olmalıyım ki mülakatı geçemedim. O gün iki şey yaptım: Doğa Koleji'ne gidip cv'mi bıraktım. Ardından  Galata'da bir kitap standında tanıştığım, bir sonraki yıl MSGSÜ'nün Bomonti Kampüsü'nün giriş kattaki standında denk geldiğim, çayını ve sohbetini paylaşan canım arkadaşım Hakkı Gümüştaş aracılığıyla, MSGSÜ mezunu bir oyuncu olan Hakan Pişkin ile görüştüm. Karaköy'de Tiyatro İkici Kat'da dersi vardı. Hakan Pişkin ile kuracağım bir sonraki diyalog 6 ay kadar sonra Bahçeşehir Üniversitesi'nin Müzikal Tiyatro Akademisi adlı yarı zamanlı bir Konservatuar Bölümü'nün giriş sınavı için olacaktı. Ardından Ravouna'ya gittim. Sevim ablayla kahve içtim. "Zaten senin gözün yoktu orada" diyor ☺ Bir müddet Aylak Adam'daki C gibi gezindim. İstanbul'daki ablam ve eniştemin desteği benimleydi. Derken Kadıköy Emek Tiyatrosu'nda "Benim Komşum Tiyatro" adlı bir programa başladım. Hafta da bir gün, hafta sonlarıydı. Her hafta bir oyuncu davet ediliyor, söyleşiler yapılıyordu. Ardından doğaçlama yapıyorduk. Emek Tiyatrosu'nun kurucusu sevgili Pınar Yıldırım yönetmenliğinde Nâzım Hikmet'in şiirlerinden oluşan bir dinleti hazırladık. İstanbul'daki ilk seyirci önü deneyimim de böylece gerçekleşmiş oldu:


            

                                                             
                  
 


     Bir yandan da okullarla görüşmelere başlamıştım. Önümüzdeki dönem için öğretmen alımları başlamıştı. Mimar Sinan Felsefe'den sevgili Güçlü Ateşoğlu Hocam bana referans olmuştu. ODTÜ'den arkadaşı sevgili Çetin Balanuye aracılığıyla Uğur Okulları Felsefe Bölüm Başkanı'nın yanında iki ay kadar, hafta da iki gün gönüllü staj yaptım. Aslında Formasyon Eğitimi'nde staj deneyimim olmuştu. Ancak mezuniyet sonrasında garsonluk yapmış olmam kurum için pek de iyi bir iş deneyimi değildi. Kaldı ki mezun olalı henüz bir yıl bile olmamıştı. Boş zaman benim için, insanın kendini inşa ettiği zamandır ve değerlidir. Ben de tüm ilgilerimin üzerine eğilmeye çalışıyordum. Kadıköy Belediyesi'nin "Gençlerle Felsefe" adlı programına gönüllü oldum. Programın diğer iki iş birlikçisi ise Opus Noesis ve Alternatif Eğitim Dergisi'ydi. Barış Manço Kültür Merkezi'nde olan program, sanırım her ayın ikinci haftasıydı. Böylelikle Opus Noesis'in  kurucusu olan Metin Bayrak ile tanışmış oldum. İlk günün sonunda Metin Hoca'yla selamlaşıp "bir sonraki ay görüşmek dileğiyle" ayrıldım. Ancak bir iki hafta sonra Metin Hoca'dan bir telefon aldım. Opus Noesis'te, İstanbul Medeniyet Üniversitesi'yle birlikte, "Çocuklarla Felsefe Kolaylaştırıcı Eğitimi" sertifika programı yürütülüyormuş. Kendi asistanı o dönem uygun olmadığından benim kendini asiste edip edemeyeceğimi, soruyordu. Ben de kabul ettim. Opus Noesis Teşvikiye'deydi. Pandemi Süreci'yle birlikte birçok Felsefe Atölyesi'ni online platformda gerçekleştirmekte. İlgilenirseniz web sitesini buraya-bağlantısı burada- ekliyorum. Metin Hoca bana çok benziyordu. Hızlı hareket ediyor, yediklerine acayip bir biçimde dikkat ediyor ve mimarlık, sosyoloji, felsefe gibi farklı farklı alanlarla aktif bir biçimde ilgileniyordu. Sonunda benim ne'liğime değil nasıl'lığıma bakan birine denk gelmiştim. İki ayın sonunda ben de P4C-Philosophy with children or communities- olarak kısaltılan Çocuklarla ya da Topluluklarla Felsefe sertifikamı aldım. Aslında sertifikamı onu asiste etmemin karşılığı olarak ve harika bilgiler edinmeme ek olarak Metin Hoca hediye etti:


     Uğur Okulları'nda yaptığım staj Bölüm Başkanı'nın 1,5 ayın sonunda "Rozerin önümüzdeki dönem için alım yapıp yapmayacağımız henüz belli değil" demesi ve bundan iki üç hafta kadar da çalışmaya devam etmem üzerine beni bir sorgu sürecine itti. "Ne yapıyorum ben burada?" dedim kendi kendime. Mimar Sinan Felsefe'den mezun olmuş, Yıldız Teknik'ten formasyon belgemi almış, şimdide İstanbul Medeniyet Üniversitesi'nden P4C belgemi almıştım. Ancak hala belirsizlikler içindeydim. Daha ne yapmam gerekiyordu. Kaldı ki bütün bunlara ek olarak yaptığım staj mesleğimi deneyimlemek içindi. Ancak benden excel'e toplantı tarihleri ve öğretmenlerin bilgilerini girmem isteniyordu. Tam olarak bu isteği duyduktan sonra "halihazırdaki düzenimi devam ettirebilmek için çalışmam gerektiğinden stajımı sonlandırmak istediğime" dair bir mail gönderdim. Edindirdikleri iş deneyimi için de teşekkürlerimi ekledim. Çetin Hoca Antalya'da yaşıyordu. Onunla hiç yüzyüze gelmemiştim. O kadar uzaktan hiç tanımadığım biri bana referans olmuş ve bu deneyimi yaşamama vesile olmuştu. Dolayısıyla ona minnettardım.  Yaşadığım bu deneyim, bana, her daim taleplerim konusunda-konunun bağlamı itibariyle özellikle iş görüşmesinde- hiçbir ihtimale yer bırakmaksızın açık ve net olmam gerektiğini öğretti. Bu durumda taa görüşmenin başında-her ne kadar referansım aracılığıyla "bir öğretmen olarak" çalışmak istediğim belirtilmiş olsa da- "bu stajı kurumunuzda kadrolu bir Felsefe Öğretmeni olarak çalışmak için yapıyorum" demem gerekirdi.  Ya da "önümüzdeki dönem için alım yapıp yapmayacağımız henüz belli değil" bilgisinden sonra orada devam etmemem gerekirdi. Hiçbir ihtimale yer bırakmadan açık ve net olmak, çok ama çok önemliymiş. Tam bu hafta ilk ev arkadaşım Ecem'in düğünü oldu. Ben ve diğer yatay geçişli arkadaşlarım-Özgül ve Gülben- Konya'ya düğüne gittik. Bir düğün hazırlığı karesi:


     Bütün bir yıl deli gibi çabalamıştım. Arjantin Tango Eğitmenlik sertifikamızı almak üzereydik. Sanırım Dünya Dans Günü'nden bir gün önceydi. Ablamlardaydım. Ertesi sabah evime geçecektim. MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama'dan Yağmur Arat adlı bir youtuberı takip ediyordum. Dünyayı geziyordu. Derken zihnimde bir ışık yandı. "Ne yapıyordum burada?" Dilimi geliştirmek, çeviri kitap okumak yerine direkt orijinal kaynaklardan takip etmek varken burada oturmuş neyi bekliyordum? Yeni bir ülkeye gidip dilimi geliştirip part time çalışabilirdim. Zaman değerliydi. Neden değerlendirmiyordum ki? Tabi buna etken bankanın bana verebileceği kredi teklifiydi. Çektiğim kredinin geri ödemesini bitirmek üzereydim. Sanırım 30.000 TL'ye yakın çekebilecektim. Ertesi gün epey işim vardı. Sabah erkenden eve geçip heyecanla ortalığı temizledim. Duşa girdim ve sabaha kadar düşünmekten gözüme uyku girmediğinden uyuyakaldım. Uyandığımda saat 13.00'dı. Metin Hoca mesaj atmıştı. 15.00 gibi Opus'a geçecektim zaten; ama eğer uygunsam 12.00 gibi orada olmamı, beni biriyle tanıştıracağını yazmıştı. Bütün bu aklımdan geçenleri Metin Hoca'yla paylaşıp ona danışmak istiyordum. Hemen hazırlanıp çıktım evden. Geçmiş P4C eğitimlerinden bir grup toplanmış aldıkları eğitimden sonra mesleklerinde yaşadıkları deneyimleri paylaşıyorlardı. Her biri farklı okullardan ve mesleklerden 7-8 kişi kadarlardı. Şiş suratım kendini ele verdiğinden Metin Hoca kapıyı açınca "Rozerinciğim kahveni al da gel" diyip beni mutfağa yönlendirdi :) Ben de kahvemi aldım ve bir süre sonra çembere dahil olup kendimi tanıttım. Yeni mezun olduğumu, iş arama sürecinde olduğumu, bu sırada da İstanbul'un nimetlerinden faydalanarak ilgi alanlarıma yöneldiğimi, felsefe, tango ve tiyatroyla ilgilendiğimi söyledim. Katılımcılardan biri, bir arkadaşının da tango yaptığını söyledi. Bana, nerede yaptığımı sordu. Pera Sanat'da eğitmenlik sınıfında olduğumu öğrenince, arkadaşının da orada olduğunu öğrendim. Toplu bir fotoğraf çekildik ve herkes ayrılırken aynı kişi bana Doğa Koleji'nde Felsefe Bölüm Başkanı olduğunu ve Metin Hoca'nın cv'mi kendisiyle paylaştığını, yakın zamanda beni arayabileceklerini, söyledi. Teşekkür edip yolcu ettikten sonra Metin Hoca'yla başbaşa kaldık. "Evet Rozerinciğim" deyip dinleme haline büründü ve ben de başladım pıtır pıtır düşüncelerimi anlatmaya: Yorulmuştum. Yapabileceğim her şeyi yapmıştım. Bedenimden ziyade psikolojik olarak yorulmuştum. Artık yaptığım iş görüşmelerinde tek yaşadığımı söyleyemiyordum. Evli değildim, ailemle değildim, bütün bunlara rağmen İstanbul gibi pahalı bir şehirde tek yaşıyordum. Sanki tüm kurumlar için bir tehdit unsuruydu bunlar. Kadın, erkek farketmeksizin aynı bakışı görüyordum insanların suratında. Evet yapı itibariyle biraz küçük görünüyor olabilirdim, ama 24'tüm yahu! İstediğim tek şey öğrendiklerimi aktarabilmek ve öğrenmeye devam etmekti. Ama olmamıştı işte. Ben de yurt dışına gitmeye karar verdim. Dilimi geliştirmeliydim. İngilizce seviyem "anlıyorum ama akıcı bir şekilde konuşamıyorum" modundaydı hala. Bir yandan part time çalışırdım, dilimi geliştirirdim, hem bir genç kadın olarak tek yaşadığım için yargılayıcı bakışlara denk gelmeden yaşabilirdim belki. Metin Hoca beni anladığını söyledi. Sabri Hoca'yı uğurladıktan sonra cv'mi paylaştığını söyleyip kendisinin de bir teklifi olduğunu söylemişti. Eğer burada olursam, Fethiye'de aileler ve çocuklar için hazırlamış olduğu bir yaz tatili eğitim programında yer almamı istiyordu. Yurt dışı konusunda da beni tanıştırabileceği bir arkadaşı olduğunu söyledi. Yakın zamanda gidip görüşecektik. Oradan ayrıldım. Pera Sanat'a geçtim. Elif''e milonga arasında bütün bunları anlattım tabi. O da "ay hadi Roz inşallah olur şu yurt dışı işi" diye beni gazladı. Dönüş yolunda da Beşiktaş'tan Beyoğlu'na kadar yürüdüm. Ancak dans ve yürümek düzenliyordu zihnimin dağınık çekmecelerini. Yolda tatlımı aldım. Eve gidip çayımı yaptım. Biraz ağladım, biraz film izledim. Artık gidecektim. Uyuyakaldım. Sabah bir telefonla uyandım. Doğa Koleji'nden arıyorlardı. Eğer mümkünse bugün görüşmek istiyorlardı. Şişhane'den iki katlı 76/E adlı otobüse bindim. Yaklaşık bir buçuk yıl aynı otobüsü kullanacaktım. Otobüste en öne oturdum. Daha önce Bahçeşehir'e gittiğimi hatırlamıyorum. En son yaptığım staj Halkalı'daydı. Yaklaşmaya yakın kolejin yerini şoföre sordum. Biraz tepede kalıyordu. Yanımdaki yolcu da tarif etmeye başladı. Sonra öğretmen olup olmadığımı sordu. Ben de görüşmeye gittiğimi söyledim. Bunu duyan şoför "işe yeni başlayan öğretmenler ne kadar alıyor ?" diye sordu. Yanımdaki yolcu da" asgari ücret kadar" dedi. Bunun üzerine uzun saçlı, gözlüklü marjinal şoförümüz, çorap fabrikasında bile daha fazla verdiklerini söyledi. Ben de bu espriden sonra indim ve görüşmeye girdim. Dönüş yolunda aynı şoföre denk geldim. 

Ek: 2019'un başlarında dinlediğim, bu ayın yazısını hazırlarken yeniden zihin süzgecimde beliren parçayı paylaşmak istiyorum: Aaron - Lili. Başlık adını bu parçanın sözlerinden aldı ❤ Bu ay izlediğim film ise parçayı yeniden dinlemeye başlayınca karşıma çıktı. Senaristliğini ve yönetmenliğini Philippe Lioret'in yaptığı 2006 yapımı bir Fransız filmi: Je Vais Bien, Ne T'en Fais Pas 



Ek 2: Ravouna'nın teras katında çalıştığım dönemde-8 Eylül 2018'de-, rooftop festivalinde Akın Sevgör adlı bir müzisyen sahne almıştı. O zamana kadar adını bilmediğim bu adam o akşam müziğiyle dikkatimi çekmişti. Bu aralar "İsimsiz Metin" adlı bir kitap çıkarmış. Henüz okuma fırsatım olmadı. Şimdilik blog sayfasını ilgiyle takip ediyorum. Bu ay okuduğum yazısını da buraya ekliyorum: Bir Ölüm Kalım Meselesi: Royalty Free


Hoş geldin Haziran ☺ 

Temmuz'da görüşmek dileğiyle ❤



Kaynakça

* Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yayınları, İlk Baskı Yılı: 2001.

* Aylak Adam, Yusuf Atılgan, Varlık Yayınları, İlk Baskı Yılı: 1959.


Tahta Kalem

Telif Hakkı©2020-2021 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2020-2021 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright notice and links are included. https://tahtakalem01.blogspot.com/





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İnsanların Ağaçlar Gibi Kökleri Olmadığından Ordan Oraya Savrulup Dururlar

            Apartmandan çıkar çıkmaz kapıda Cihangir Meydan'ın köpekleri karşılıyor beni. İnsan sürekli bir yerden bir yere gidince ve k...