2021/07/01

Yavaşla, Yoksa Ruhun Geride Kalır

     Yürüyordum hızlı hızlı..Sanki daha hızlı yürürsem yakalayabilirmişim gibi aradığımı. "Ruhumda benimle miydi? Yetişebilmiş miydi hızıma?" Unuttuğum oluyordu arada. Hatırlamalıydım. Ruhum geride kalırsa asla ulaşamayacaktım. Ki zaten insanın ruhu geride kaldığında kendine bile yetişemiyordu. 

     İş görüşmesinden sonra-kaldığımız yerin bağlantısı burada- Beşiktaş'a eğitmenlik sınıfına geçtim. Kombinasyonlarımız gittikçe zorlaşıyordu. Her kombinasyonu hem bir leader-lider- hem de follower-takipçi- olarak öğreniyorduk. Çok da eğleniyorduk. Buraya Salih'in follower, benim leader olduğum bir pratiğimizi ekliyorum. Tam da iş görüşmesinden sonra gittiğim gün çekilmişti:




     Eğitmenlik sınıfının dersi bittikten sonra başlangıç sınıfının dersi başlıyor bizler de birer eğitmen adayı olarak kalıp başlangıç sınıfındakilere pratiklerinde yardımcı oluyoruz. Ama o gün Türkan Hoca'dan izin isteyip erkenden ayrılıyorum. Çünkü sabah erkenden neredeyse iki saatlik bir yol gideceğim. Öğretmenliğimin ilk günü başlıyor. İstiklal'de yürüyorum. Hızlı hızlı.. Sanki daha hızlı yürürsem yakalayabilirmişim gibi aradığımı. "Ruhumda benimle mi? Yetişebildi mi hızıma? Unuttum yoksa?" Hatırlamalıyım. Ruhum geride kalırsa asla ulaşamam ulaşmak istediğim yere. Ki zaten insanın ruhu geride kaldığında kendine bile yetişemiyor.

     Sabah erkenden kalkıyorum. Kahvaltımı yapıyor bir gece önceden hazırladığım kıyafetlerimi giyiyorum. Heyecandan ölebilirim. Ruhum benimle. Kalbim hatırlatıyor. Bu iyi bir şey ☺ Evimden çıkıyor ve dört dakikada Şişhane 1 durağında oluyorum. O gün neredeyse yarım saat beklediğim otobüs anında geliyor. Ama bir saniye! Bu 76/E değil, 76/D. İkisinde de Bahçeşehir yazıyor. Şoföre soruyorum. İkisinin de Bahçeşehir'e gittiğini, söylüyor. Yine şoföre yakın bir koltuğa geçiyorum. Dersin başlamasına neredeyse iki saat var. Rahat rahat izliyorum dışarıyı. Arada bir içimi de izliyorum. "Nasıl hissediyorum?" Yol yaklaştıkça heyecanım artıyor. Freud'un Haz İlkesinin Ötesinde metni aklıma geliyor: İnsan iki ilke eşliğinde eğliyor. Gerçeklik ilkesi ve Haz ilkesi. Bu iki ilke arasındaki mesafe birbirine yaklaştıkça yaşam enerjimiz artıyor. İşte şu an yaşadığım duygu tam da bu. Neredeyse 16 yıl okula gittim. Buna ek olarak bir çok kursa katıldım. Ailemle yaşadığım şehirden üniversiteye gitmek üzere ayrıldım. Samsun'da okumaya başladım. İlk yılın sonunda İstanbul'a yatay geçiş yaptım. Üniversiteyi bitirdim. Formasyon eğitimi aldım. Ve şimdi bu otobüste gerçeklik ilkesi ile bunca yıllık emeklerimin ürünü olan isteklerimden biri-yani haz ilkesi- arasındaki mesafe neredeyse kapanmak üzere. Kalbim atıyor. Ama bir tuhaflık var. Bu yol görüşmeye gittiğim otobüsün güzergahından epey farklı görünüyor. Şoför hayatımda gördüğüm en yavaş araç kulllanan kişi olabilir. Ve şimdi biri şoföre aracı çok yavaş kullandığını, söylüyor. Ve şimdi kavga ediyorlar. Şoför daha da yavaş sürüyor. Tartışma büyüyor. Zaman azalıyor. Ben alakasız bir yerde araçtan iniyorum. Kesinlikle burada okul falan yok. Hatta bir insan görürsem sarılacağım. Müdür yardımcısı arıyor. Durumu anlatıyorum. Hala yetişebileceğime inanıyorum. Oysa ben uzakta oturduğumu ve her ihtimale karşı-trafik vs.- ilk saate ders konulmamasını rica etmiştim. Müdür de kabul etmişti. Ben okuldan ayrıldıktan sonra gönderilen programda ilk saatte dersimi görünce şaşırmış ve zaten Pera Sanat'da derste olduğum için yarın okula gidince konuşurum diye düşünmüştüm. "Düşünme Roz, konuş.  Ya da hem düşün hem konuş. Ama niye düşünüp susuyorsun ki? Al işte kaldın dağ başında tek başına !" diye söylene söylene yokuş yukarı çıkıyorum. Terlemeye başladım. Tek tük araçlar var kaldırım kenarlarında, ama park halinde. O an aklımdan takip ettiğim, dünya turu yapan youtuber, Yağmur Arat'ın videoları geliyor. Japonya'da otostop yapıyordu-bağlantısı burada-. "Orası Japonya" diyor içimdeki ses dalga geçercesine, ama tam o sırada bir araç bana doğru geliyor ve kolum bana sormadan kalkıveriyor. Böylelikle ilk otostop deneyimimi yaşıyorum. Az önce benimle "orası Japonya" diye dalga geçen iç sesim şimdi "kızım sen manyaksın" diyor. Başlıyorum araçtaki kişiye başımdan geçenleri anlatmaya. "En azından cadde üstüne kadar bırakabilirseniz çok sevinirim. Derse yetişmem lazım." diyorum. İstersem gideceğim yere kadar bırakabileceğini, söylüyor araç sahibi. Ben yaşlarında bir erkek. Sonunda bir taksi durağı görüyoruz ve buradan devam edebileceğimi, söyleyip teşekkür ediyor ve iniyorum. Evet elbette meslek aşkıyla yanıyorum ama henüz aklımı kaybetmedim. Her gün bir dünya korkunç habere denk geliyoruz. Son derece kibar birine denk gelmiş olsam da korkmadan edemiyorum. Tabi bu sırada müdür yardımcısı beni aramaya devam ediyor. Sonunda okula varıyorum. İkinci saatteki derse giriyorum. Buraya gelene kadar başımdan bir dünya olay geçti. Dolayısıyla heyecan meyecan kalmıyor. Kendimi tanıtıyorum. Mezun olduğum okulu, Arjantin Tango Eğitmenlik Eğitimi ile uğraştımı ve Çocuklarla Felsefe atölyeleri yaptığımı, söylüyorum. Çocuklarla nasıl felsefe atölyeleri yapabildiğimizi ve onlarla da konularımızı zaman zaman  atölye formatında işleyebileceğimizi söylüyorum. İlk dersim 12/A sınıfında. Bir sayısal sınıfı. Benim de lisedeyken şubem 12/A'ydı. Şimdi onlara "boş zamanlarınızda neler yapıyorsunuz" diye soruyorum. Onları tanımalıyım. Bunu da en iyi, hiçbir şey yapmak zorunda olmayıp yapmayı tercih ettikleri eylemlerle öğrenebilirim. Ardından son olarak hangi konuda kaldıklarını, soruyorum. Önceki öğretmenleriyle dün görüştüm. Nerede kaldıklarını biliyorum. Onlarda ne kalmış onu merak ediyorum. Böylelikle bitiyor dersimiz. Rehber öğretmen ile görüşüyorum. Bir saate yakın okul hakkında, sınıflar hakkında, öğrenci profilleri hakkında bilgi alıyorum. Tüm samimiyetiyle anlatıyor. Ben de can kulağıyla dinliyorum. Sonra müdürün yanına uğruyorum. Hafiften gülümsüyor. Sanırım bugün yaşadığım deneyimi, o kampüste çalışan çoğu öğretmen ilk iş günlerinde deneyimlemiş-Otostop hikayesinden bahsetmiyorum. O aramızda ☺-. Okul biraz tepede kalıyor. Bu tepeye çıkabilen otobüs, görüşmeye ilk geldiğim gün kullandığım 76/E'ymiş. Olurmuş böyle şeyler. Ama ben yine de epey uzakta oturduğumu, her ihtimale karşı ders saatlerimin azlığını göz önünde bulundurarak ilk dersimi ikinci saate koymalarını, yine rica ediyorum. Müdür programda bir karışıklık olduğunu, düzeltileceğini, söyledikten ve yeniden "hayırlı olsun" dedikten sonra teşekkür edip eksik evraklarımı tamamlamak üzere okuldan ayrılıyorum. Ertesi gün Opus'ta olacağım. Metin Hoca'ya-Opus Noesis'in kurucusu ve p4c programında asiste ettiğim kişi-  öğretmenliğimin ilk gününde yaşadığım deneyimleri anlatıyorum. O da aynı kampüste çalışmış bir zamanlar. İlerleyen konuları paylaşıyorum ve o da bana atölye formatında işleyebileceğim konuları gösterip örnek atölye formu oluşturuyor. Atölyeler devam ediyor ve ben haftada iki gün de Opus'ta çalışıyorum. Opus'taki p4c atölyelerinde çekilen fotoğraflar: 


       





   



      Bir sonraki gün ise okul var. Maalesef yanlış program devam ediyor ve bu sefer doğru otobüste olmama  rağmen yine ilk derse yetişemiyorum. Bunun üzerine ısrarla arayan müdür yardımcısına, ikinci defa rica etmeme rağmen programın düzeltilmediğini ve bu nedenle ikinci defa aynı stresi yaşadığımı; bu şartlar altında çalışmak istemediğimi, şu an dönüş yolunda olduğumu, söylüyorum. Yaklaşık bir yarım saat sonra bölüm başkanımız sevgili Sabri Hoca arıyor. Kendisini ilk defa Kadıköy Belediyesi'nde, Gençlerle Felsefe gönüllüsüyken görmüştüm. Kampüsündeki gençleri, felsefe etkinliğine getirmişti. Ardından Opus Noesis'in Çocuklarla Felsefe (p4c) atölyelerinden birinde tanıştık. Metin Hoca cv'mi Sabri Hoca'yla paylaşmış ve ertesi gün beni kurumdan aramışlardı. Sabri Hoca öğrenme yolculuğuna devam eden bir bölüm başkanı ve tanıdığım güzel insanlardan biri. Ne zaman kendisinden söz açılsa yüzümde bir tebessüm oluşuyor. Şimdi yazarken fark ettim ☺ Sabri Hoca müdür yardımcısıyla görüştüğünü, eğer istersem programı değiştirebileceklerini söyledi. Kabul ettim. Ardından müdür yardımcımız yeni programı paylaştı. Taksim meydan da bir bankaya uğrayacaktım. Mezuniyetten sonra tuttuğum evin masrafları ve Arjantin Tango Eğitmenlik Programı'na katılmak için çektiğim kredinin geri ödemesini bitirmiş şimdi ikincisini çekecektim. Küçük bir tutar, ama en azından yeni işe başladığım bu süreçte maddi kaygılarla efor kaybetmeyecek mesleğime odaklanabilecektim. Bu arada Türkan Hoca, Pera Sanat'da her hafta milongalar düzenlemeye başladı. Açılış milongası için ben de organizasyonda yer aldım. Pera Sanat öyle güzel bir okuldu ki. İlerde oluşacak konservatuar okuma tutkumun tohumları yeniden burada atıldı diyebilirim:




     Bundan sonraki okul süreci-ki Nisan sonu başladığım için neredeyse 1,5 ay kadardı.- çok çabuk bitti. Hafta içi çoğunlukla Türk-Alman Kitabevi'ne uğruyor bir yandan kahvemi içip bir yandan farklı kaynaklardan materyal topluyordum. Felsefeye yeniden başlıyormuş gibi konu özelinde kaynak taramalarından sonra video, resim ya da gündelik hayattan örnekler bulmaya çalışıyor olabildiğince öğrencilere tartışacakları, sesli düşünebilecekleri bir sunum hazırlamak için çabalıyordum. Kimi sınıflarda amacıma ulaşıyordum kimilerinde ise kesinlikle zorlanıyordum. Ama zorlandığım sınıflar yaratıcılığımı en çok körükleyen sınıflar oldu. Onların dikkatini felsefeye çekebilmek için türlü türlü uğraşlara girdim çünkü. 

     Derken okul bitiyor. Günlerim dans ile geçiyor. Eğitmenlik sertifikamızı almak üzereyiz. Sözlü ve uygulamalı sınavlara giriyoruz. İlk sınavı sadece Türkan Hoca yapıyor. İkincisinde ise Türkiye Dans Sporları Federasyonu'ndan eğitmenler dansımızı izliyor. Ardından Türkan Hoca bizlere bazı kombinasyonlar söylüyor. Follower ve Leader olarak o kombinasyonları çıkarmaya çalışıyoruz. Ve sertifikamızı alıyoruz:



     Türkan Hoca bir iki ay sonra eğitmenlik sınıfının konusunu tamamlamak üzere vals semineri düzenliyor ve bu semineri Ayvalık'ta yapmaya karar kılınıyor. Ardından ailemin yanına gidiyorum. Feci halde bir özlem ve rahatlık duygusuyla doluyum. Dolu dolu bir yıl bitirmiş ve sonunda mesleğime kavuşmuş olmanın-her ne kadar yarı zamanlı bir çalışan olsam da- aynı zamanda ilgi alanım olan Arjantin Tango Eğitmenlik Programı'nı bitirmiş olmanın tatlı gururundayım. Ancak çok yorulmuşum.  Saçlarım azalmış sanki. Zayıflamışım da. Tanıdığım insanların suratında görüyorum kendimi. "Amaaaaan düzelir" diyorum. Şimdi bir şey hissettiriyor kendini içimde, gizli gizli. İnsan bazen hayallerini ya da içinden geçenleri sesli söylemeye korkuyor. Ya da ben de öyle oluyor. Söz büyü sanki. Söylersem ve duyarsa kulaklarım, bedenim o sözü yerine getirmek için harekete geçecek biliyor-bir yerde sözün gücüne dair, buna benzer bir şey okumuştum-. İşte o şeyin, doğru bir şey olup olmadığı, o zaman yapılıp yapılmamasının olası artı ve eksilerinden korkuluyor belki. Ama sonunda sesli söylüyorum ve duyuyor kulaklarım: "Tiyatro yapmak istiyorum." Ne de olsa yarı zamanlı çalışıyorum-hafta da iki ya da üç gün-. Bir gün de çocuklarla felsefe yapıp kalan iki üç günümü tiyatroya ayırabilirim. Bunca zaman İstanbul'a alışmaktı, okula alışmaktı, felsefeye alışmaktı, anlamaya çalışmaktı, hakkını vermeye çalışmaktı, formasyondu, stajdı, mezuniyetdi, iş aramaktı, bulmaktı, kaybetmekti, yeniden bulmaktı... Derken ancak öğretmenliğe başlamadan önceki o kısa zaman diliminde ilk defa İstanbul'da- Kadıköy Emek Tiyatrosu'nda- sahneye çıkabildim. Ne kadar çok özlemişim tiyatroyu o zaman fark ettim. Evet liseden sonra lisans üçüncü sınıftayken Gönül Ülkü Gazanfer Özcan Sahnesi'ne bir yıl kadar, haftada bir gün, Temel Oyunculuk Eğitimi'ne gittim. Ancak oyun çıkaramamıştık. Beş yaşımdan beri hayatımda olan tiyatroyla arama, üniversite ile birlikte koca bir mesafe girmişti adeta. Şimdi yapmayacaktım da ne zaman yapacaktım? Derken karşıma sevgili Beyti Engin'in "Bence Oyunculuk" adlı youtube kanalı çıktı. Beyti Engin Mimar Sinan Üniversitesi Oyunculuk Bölümü'nden mezun. Her hafta bir konuk ağırlıyor ve oyunculuğa dair görüşlerini ve yaşam hikayelerini dinliyor. İlk bölümünü paylaşıyorum-bağlantısı burada-. İlk konuğunun da felsefe mezunu bir oyuncu olması kaderin cilvesi olsa gerek. İzledikçe iştahım kabarıyor ve yarı zamanlı konservatuar programı araştırmaya başlıyorum. Evet kararlıyım. Konservatuar okumak istiyorum. Bir yandan ailemle zaman geçiriyor bolca dinleniyorum. Ruhum geride kalmasın diye başımdan geçenleri yazıyor, okumalar yapıyorum. O dönem okumalarımı p4c atölyeleri için çocuklarla felsefe, lisedeki dersler için felsefe tarihi ve oyunculuk için Shakespeare oyunları oluşturuyor. Adana'da, Samsun'dan arkadaşım Hazal'la-onun ailesi de Adana'da yaşıyor.- her ikimizin de geçirmiş olduğu bu zorlu ve yoğun yılın mükafatı olarak kısa bir tatil planlayıp Mersin'e gidiyoruz. O da bütün bir yıl bir yandan çalışıp bir yandan kpss'ye hazırlanmış ve sonunda atanmış. Bir tatili hak ediyoruz. Adana'dan kitapçı bir arkadaşım sahilde stand açmış ve bize Mersin Erdemli'de kalacak bir yer ayarlıyor. Kitaplarımızı okuyor, yüzüyor, sohbet ediyor, şarkılar söylüyoruz. Arada biz de standın başına geçip kitap satıyoruz. O kısa ve bir o kadar keyifli tatilden kareler:


      


      Ailemle geçirdiğim neredeyse iki buçuk aylık tatilin sonunda Adana'dan annem, Mine ablam ve yeğenim Berfin'le Antalya'daki ablamın yanına geçiyoruz. Annem fotoğraf çekilmeyi pek sevmez. Teknolojiyle en sıkı ilişkisini, yemek yaparken dinlediği radyosu oluşturuyor. Bu nedenle karelerde yok. Ama ileride, korona günlerinde fotoğraflarını bolca çekmiş olacağım. Ablamlarla tatil kareleri:


           



                                          


     Antalya'dan İstanbul'a evime geçiyorum. Ama önce havaalanının yakınında oturan ablam beni karşılıyor. Hatta birkaç gün de evime gitmeme engel oluyor☺ Ardından eniştemle birlikte beni evime bırakıyorlar. Bir de ne göreyim! 2019 yazında İstanbul'da feci bir  yağmur yağmıştı. Hatta Eminönü esnafları perişan haldelerdi. Dükkanlarını hep su basmıştı falan. Hahh işte! Benim ev de yarı zemin olduğundan ben de perişan olmuşum, ama haberim yok. Parkeler şişmiş biraz. Bir de kötü bir koku! Ablamlara pek çaktırmamaya çalıştım, ama eşyalarımı içeri koyarken ablam hemen kokuyu aldı. Ben de bir "ah!" çektim ama sonra "Olur ya öyle. Kapalıydı kaç aydır. Azıcıkta su girmiş. Hallederim ben." deyip gönderdim. Çünkü zaten başta sevmemişti o evi. Ama bu benim kurduğum-ya da kurabildiğim- bir düzendi. Her ne kadar söylensem de evimi seviyordum. Bu duygular taştı. Oturup bir güzel ağladım. Sonra kalkıp evi temizledim. Sonra yatağa geçip ev ya da oda aradım. Derken uyuyakaldım. Birkaç gün sonra-bu aralıkta her gün evi temizledim- Eliflerle Ayvalık'a  geçecektim. Onun da heyecanıyla taşınma fikri çıktı aklımdan. Eğitmenlik sınıfından sevgili Dilek-Levent Pelen çifti, Türkan hocayı, Elif'i, Esra'yı ve beni Ayvalık'taki evlerinde ağırladılar. Diğer arkadaşlarımız ise yakınlardaki pansiyorlarda konakladılar. Seminerimiz Cunda Adası'nda yapıldı. Bir yandan yüzüyor bir yandan seminere katılıyorduk. Hayatımda girdiğim en soğuk suydu. Titreye titreye yüzüyordum. İlk günün akşamı Pelen çifti evlerinde tüm sınıf için yemek düzenledi:




      İkinci günün akşamı Cunda Adası'nda milonga yaptık. Aralarda oyunculuğa dair isteğimi Elif'le paylaştım. O da olabilitesi olan birkaç okul paylaştı. Yazın birkaçını aramıştım hatta. Mesela İstanbul Üniversitesi'nin yarı zamanlı Müzikal Tiyatro Programı vardı. Ama hattın ucundaki kişi bu yıl alım yapmayacaklarını, söylemişti. Geriye Müjdat Gezen-ama o karşıdaydı ben Avrupa Yakası'ndaydım-, Sadri Alışık-hem de Cihangir'deydi. Ama mülakatı çalışma saatime denk geldiği için başvurmama rağmen giremeyecektim- bir de Kadir Has'ın yüksek lisans programı vardı. Ancak oyunculuk yüksek lisansı yapmak istediğime emin değildim. Ki zaten Kadir Has'a da başvuramadım. Ayvalık'taki kısa seminer ve tatilden sonra İstanbul'a döndük. Cunda Adası'ndaki derslerimiz ve Pelenler, bizi yolcu ederken:






     Aynı kurumun aynı kampüsünde çalışmaya devam edecektim. Zaman zaman Metin Hoca'yı asiste etmeye devam ediyordum. Derken Bahçeşehir Üniversitesi'nin yarı zamanlı Müzikal Tiyatro Akademisi açtığını öğrendim. Hem de Galata Kampüsü'nde. Evime neredeyse on dakikalık bir mesafedeydi. En azından bir seçmelere girer seçme deneyimi yaşarım, diye başvurdum. Nereden bilebilirdim ki bir ay sonra hayatıma solfej, korrepetisyon, şan, dans, müzikal tarihi ve sahne derslerinin gireceğini ☺. 2019 Eylül'e kadar kalp ve zihin süzgecimde kalanları Tahta Kalem'im aracılığıyla paylaştım. 

Çok güzeldin Haziran 2021☺

Hoş gel Temmuz. ❤

 Ağustos'ta görüşürüz  ☺


Ek: Başlık adını bir Kızılderili Hikayesi'nden alıyor. Çok uzun zaman önce denk geldiğimden kaynak paylaşamıyorum. Ancak Michelangelo Antonioni adlı bir yönetmenin "al di la delle nuvole" adlı filminde de aynı hikaye geçiyormuş. Yine bir Kızıldereli Hikayesi başlığı altında. Ruhunuz yakınınızda kalsın ❤ 


Tahta Kalem

Telif Hakkı©2020-2021 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2020-2021 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright notice and links are included. https://tahtakalem01.blogspot.com/






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İnsanların Ağaçlar Gibi Kökleri Olmadığından Ordan Oraya Savrulup Dururlar

            Apartmandan çıkar çıkmaz kapıda Cihangir Meydan'ın köpekleri karşılıyor beni. İnsan sürekli bir yerden bir yere gidince ve k...