2022/04/03

Ancak Her Şeyini Kaybedersen Kendini Bulabilirsin

      




     Kendimi Ankara Hava Alanı'na attım-son kaldığımız yerin bağlantısı burada-. Kahvemi alıp biraz dolandıktan sonra Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde iki gün sonra gireceğim yazılı yüksek lisans sınavı için hazırlamış olduğum notlarıma göz gezdirdim. Ne çok erkek vardı! Yaklaşık 2013'ten beri pek farkında olmadan, 2016 ve sonrasında ise gayet kendimi vererek hep erkek filozofların düşüncelerini ya da başka erkeklerin erkek filozoflar üzerine yazdıkları yorumları okuyup duruyordum. "Bunun kişiliğime etkisi ne ölçüdeydi?"  diye sordum kendime. Sonra bir gün sohbet esnasında Şilan'a da sordum. Dokuz Eylül Üniversitesi'nde bir arkadaşı bu konu üzerine yazıyormuş. Okumasını yaptıktan sonra buradan da paylaşabilirim. Son derece cinsiyetçi bir soru gibi görünüyor olabilir. Hatta öyle; ama merak ettim işte. 

     Uçuşum iki saat sonraya ertelenmişti. Aylar olmuştu İstanbul'dan ayrılalı. İçimde acayip duygular dolup dolup taşıyordu. Çok heyecanlıydım. Çok özlemiştim. Eğer yeryüzündeki ömrümü Türkiye'de geçirmeye devam edecekseydim yaşayacağım şehir kesinlikle İstanbul olmalıydı. Sonunda uçuş saati geldi. Gece yarısına doğru orada olacaktım. Uçak havalanırken ben de tüm yükümü bıraktım. Şimdi süzülme vaktiydi. 

     Sabiha Gökçen'de indim. Hava alanından dışarı çıkar çıkmaz kendimi bir romanın orta yerine fırlatılmış halde buldum. Hatta tam olarak Türkçeye Esaretin Bedeli diye çevrilen The Shawshank Redemption filmindeki Brooks gibiydim. Yıllarca mahkumdu bu adam. Ömrünün son yıllarına doğru cezası bitmişti. Dışarıya çıkar çıkmaz biz de karakterle birlikte beş duyumuzu yeniden hatırlıyor bitmek bilmez gürültüye tanıklık ediyorduk. Son aylarım sahiden çok sakin geçmişti. Nadiren dışarıdaydım. Çoğunlukla odamda okumalar yapıyor ailemle vakit geçiriyordum. Ama şimdi: Ne çok insan! Ne yoğun bir enerji! Vee bu nasıl bir hava! Boğazım yanıyor adeta! Buyurunuz Brooks amcamız:




     Hava alanından Gülibik'in evine giden bir otobüse bindim. Birbirinin yanına yatay bir şekilde dizilmiş valizlerin renkleri, arada bir otobüsün ani hareketiyle savrulan insanların tepkileri ve ışıl ışıl İstanbul! Platon'un Güneş'i gibi bu şehir. Kendisine bakamıyor kendisini göremiyoruz. Bakmaya kalksak gözümüz yanar. Ama bir kere bu enerji alanına geçiş yapınca güneşin çevresini aydınlatması gibi aydınlatıyor İstanbul misafirlerinin içindeki imkanları. Nasıl kullanmak istiyorsa öyle kullanıyor insanlar İstanbul'un aydınlattığı imkanlarını. Kimisi ilk etapta savruluyor az önceki gencin otobüsün ani hareketiyle dengesini yitirmesi gibi.. Kimisi savrulup buluyor dengeyi..Kimi savrulup savruluyor kendinden uzaklara taa ki kendi kalmayana dek ortada.. Kimi kaybedip buluyor kendini.. Kendini bulan da bırakmayabiliyor bazen kendini.. Oysa arada kendini bırakmak da iyi.. Peki ya ben? Koltukta oturuyorum. Ayakta olsam savrulmam, antremanım bol. Ama neredeyim? Gülibik arıyor! İnmem gerektiğini söylüyor. İnip taksiye bineceğim. On dakikalık mesafede, diyor. İner inmez bir taksi duruyor. Vay canına İstanbul bana "hoş geldin Roz" diyor ☺Acele çıkarım yapmamalı! Bu şehir ne sadece beyaz ne sadece siyah.. Ne kadar renk varsa o kadar renk ve o renklerin ne kadar tonu varsa o kadar tonu var.. Taksici epey konuşkan biri.. Ama benim konuşacak pek de halim yok. Beş yıla yakın bir süre Beyoğlu'nda yaşamak bana yürürken insanlarla göz teması kurmamam gerektiğini öğretti. Acil durumlarda kullandığım taksiler ise taksiciyle çok muhabbet etmemem gerektiğini. Ama ben konuşmasam da konuşan biri bu. Gideceğimiz yer Kadıköy yakınlarında bir mahalle. Ve taksici yolu bilmiyor. Navigasyon açıyorum. Arada konuşmalarından sarhoş olduğu kanısına varıyorum; ama emin değilim. Gittikçe karanlık mahallelere giriş yapıyoruz. Kendi kendine navigasyonla konuşmaya başlıyor. Bir arayı kaçırmış ona söyleniyor. Derken birdenbire duruyor. Müstakil bir evin önünde duran neredeyse yarı çıplak kimisi ise atletli epey irice dört - beş kişiye yol soruyor. Adamlar taksinin etrafını sarıyor. Taksici kanıt ararcasına elimden telefonumu çekip adamlara gösteriyor. Yolun bizi nereye getirdiğini ve nereye gitmek istediğimizi anlatmaya çalışıyor. Bu sefer telefonum elden ele dolaşıyor. İşte orada ben daralıyorum ve adamlardan telefonumu alıp taksiciye caddeye dönmesini, söylüyorum. Caddeye varınca durdurup Gülben'in bana söylediği tutarı verip kapıyı çarpıp çıkıyorum. Allahın delisi hala konuşuyor. Al sana Roz: "Hoş geldin!"

          Betim benzim atmış. Bir yandan Gülben'le konuşuyorum. Gülben'de korkmuş. Çıkıp beni karşılamak istiyor. Sonunda evi buluyorum. Gülibik'i görünce ne kadar korkmuş olduğumu fark ediyorum. Bir güzel sarılıp başlıyoruz konuşmaya..Ertesi sabah Gülibik'in kedisi Mişnuk kapıda karşılıyor beni. Sahiden güzel hayvanlar; ama onlara dokunmayı bilmiyorum ben. Hem herkes de dokunmayıversin zavallı hayvanlara. Ama ne tuhaftır ki onlar da alışmış dokunulmaya. Bile isteye gelip ilgimi çekmeye çalışıyor yanımdan ayrılmıyorlar. Her an zıplayacakmış gibi bir bakışları var. İşte orada tırsıyorum ben. Gülben'in erkek arkadaşı Muharrem bahçeyi yıkıyor. Kahvaltıyı orada yapacağız. Mişnuk'un akrabaları da orada ☺ Muharrem benim gibi tırsaklara harika bir çözüm bulmuş. Fısfıslı su! Mişnuk'un sülalesi yanıma yanaştıkça fısfıs yapıyoruz. Bu arada da yarın olacak yüksek sınavından, p4c atölyelerinden söz ediyoruz. Gülben de mezuniyetten sonra p4c eğitimi almış. Bir sayfa açacağımı ve felsefeden arkadaşlarımı da dahil edip online p4c atölyeleri düzenleyeceğimi söylüyorum. Gülben de bu hayalimin ilk inananı ve eğitim kadrosunda olmak isteyeni. Nitekim iki üç ay sonra bu sayfayı açıyorum. Şu anda Studio Canlı adlı bir uygulama ile birlikte çalışıyor orada atölyeler düzenliyorum. Sayfam p4c ile ilgilenen gerçek katılımcılara ulaşıp büyüdükçe bu hayalimiz gerçekleşecek inanıyorum. Derken kahvemi içip hazırlanmaya başlıyorum. Ben biraz tek kalmak istediğimi bu nedenle akşama kadar olmayacağımı, söylüyorum. Gülben ve Muharrem evde de çalışabileceğimi hatta dilersem beni tek bırakabileceklerini, söylüyorlar. Teşekkür ediyor, sınav öncesi biraz yürümenin bana iyi geleceğini, söylüyorum. Akşam Moda Sahil'de buluşmak üzere sözleşip çıkıyorum evden.

     Kadıköy sahildeyim. Bu şehre aşığım ❤ Aşk? İnsanın anlamı neredeyse orada. Hatta "..ulaştığı şeyde değil, daha çok ulaşmak için yanıp tutuştuğu şeyde" diyor, Halil Cibran. Benim anlamım felsefede, diyorum. O kadar yarıda kaldı ki. Lisans dördüncü sınıf bir çocuğun bacakları olduğunu fark edip onların üzerinde durmaya başlaması gibiydi. Asıl ondan sonra koşacak, düşecek, yeniden kalkıp uzun yürüyüşlere çıkacaktım. Ama ben, bacaklarımın farkına vardıktan sonra düştüm. Ayağa kalkmam uzun zaman aldı. O arada çok teknik detaylar da keşfettim. Her bir uzvumu hissettim. Taşındım, tek yaşamaya başladım, garson oldum, barista oldum, p4c ile tanıştım, tango eğitmenliğine dair eğitimlerimi tamamladım, müzikal tiyatroya başladım, felsefe öğretmeni oldum, depremler oldu, korona oldu, bir şeyler yıkıldı ve yeniden başladı. Şimdi özlem doluyum. Kimseye kendimi kanıtlama ihtiyacı gütmeden son derece içten gelen bir itkiyle yeniden mezun olduğum okulun sıralarına gideceğim. Hocalarımın karşısına geçeceğim. Ne değerli vakitlermiş o vakitler. "Gençlik harika bir zaman kaybıdır" diyordu Celal Kadri Kınoğlu-bağlantısı burada -. Her neyse beni bu ana, bu günlere getiren her bir deneyime sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum; ama o gün, yani sınavdan bir gün önce bir türlü kafamı toparlayamadım. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm..Moda'da bir çay bahçesine oturdum. Ardından yemek yiyip yürümeye devam ettim. Sonunda odaklanabileceğim bir yer bulup oturdum. Yeşil çayımı ısmarlayıp notlarımı okumaya başladım. Akşam saat 21.00 civarı Gülibik aradı. Gelmişlerdi. Ben de bir şişe şarap alıp gittim yanlarına. Bir yandan içtik bir yandan da şarkılar söyledik. Gülben'in harika bir sesi var. Muharrem de harika bir dinleyici. Derken dinleyicilerimiz arttı. Yan tarafta taşınabilir sandalyeli iki arkadaş, birkaç lise öğrencisi, sahil, yıldızlar ve İstanbul:



     Eve nasıl geldiğimizi hatırlamıyorum. Takside uyumuşum. Eve girer girmez kendimi duşa atıyorum. Ardından sabah giyeceklerimi hazırlayıp başucuma koyuyorum. Bayram sabahı gibi ❤ Sabah uyandığımda hiçbir şey düşünmek istemiyorum çünkü. Saat 6 gibi uyanıyorum. Yaklaşık bir yarım saat belki biraz daha fazla yatakta oturmuş meditasyon yapıyorum. Midem biraz kötü. Dün niye içtim ki! Ama çok güzeldi ☺ "Acaba yüksek lisans yapmak istemiyor muyum? Ya da hazır mı hissetmiyorum da sürekli yoldan sapıyor gibi görünen etkinliklerde bulunuyorum?" diye yokluyorum kendimi. Hayır tabi ki de istiyorum! Freud'un Haz İlkesi ile Gerçeklik İlkesi beni bu davranışlara sürüklüyor. Arzularımla gerçekliğim ne zaman birbirine yaklaşsa ya da hedefime, hayallerime ne zaman bu kadar yaklaşsam yaşam enerjim beni böyle komikli hallere düşürebiliyor. Biliyorum artık kendimi. "Şimdi kalk kızım şu yataktan ve daha fazla yolundan uzaklaşmadan gir şu sınava!" diye komut veriyorum kendime. Gülibik uyanmış kapıda "Roz ben de geliyim mi?" diye soruyor. "Hayır bebekim gelme sen. Sınav saat 10 civarı. 12'ye doğru gelirsin" diyorum. 

     Vapurdayım. Bu şehir sahiden çok güzel. Eksik Daire de bu şehirde bir yerlerde. Acaba nasıl? İnsanın bir insanı hayatından çıkarması ne acı. Özlüyorsun birini ve onu görebilecek gözün ona gidebilecek ayakların var; ama gözün görmemeyi, ayakların ona gitmemeyi seçiyor. Ne ilginç varlıklarız. İstanbul'da sürekli ilgimi çekmeyi başarıyor. Karaköy'de iniyorum. Şişhane'den metroya bineceğim. Peki ya bu binalar? Dilleri var sanki! Nasıl da yaşanmış yaşanmış görkemleriyle var olmaya devam ediyorlar. Eminim yeryüzünde çok, çok daha güzel başka başka binalar da vardır; ama yaşanılmışlık denilen şey, yani zaman, varlığa başka bir güzellik katıyor zemini yeterince sağlamsa eğer.

     Osmanbey'deyim. Oldum olası sevemedim burayı. Nedendir bilinmez var öyle sevemediğim yerler. Mesela Mimar Sinan'ın Fen Edebiyat Fakültesi'ni de sevmem. Ruhu yok binanın. Ama Felsefe Bölümü'ne girip çağdaş filozofları dinlemeye başladığımda, o an Dünya'nın hangi bölgesinde; hangi ülkenin, hangi şehrinin, hangi ilçesinin, hangi sokağının, hangi mahallesinin, hangi binasının, hangi katının, hangi odasında olduğunun hiçbir anlamı olmuyor. O an fizikselin ötesinde bir alan gibi.

     Bomonti Bira Fabrikası'nın az ilerisinde karşı çapraz kısmında küçük bir cafe buldum. Girip filtre kahvemi ısmarlıyorum. Okumaya devam ediyorum yine birçok erkek filozofun hayata dokunan metinlerinin yorumlarını yahut ders notlarımı. Sınava bir yirmi dakika kala çıkıyorum okula. Bölümde bir hareketlilik var. Tanıdık yüzler arıyorum ama yok. Derken benim gibi bir Türk-Alman müdavimi olan Umut'u görüyorum. Kendisiyle Kaan Hoca'nın doktora derslerinden tanışıyoruz. Aslında o dönem ben lisans son sınıf öğrencisiyim. Kendisi de Psikoloji öğrencisi. Sonraki yıllarda da Türk-Alman kitabevinde karşılaşıyoruz çokça. Çok da bir muhabbetimiz yok aslında; ama alan dışından insanların felsefeye olan ilgisi ben de hoş bir duygu uyandırıyor. Bölüm kalabalık göründüğünden kendimi boş bulduğum bir sınıfın kapıya yakın bir kısmına atıyorum. Umut geliyor. Ayaküstü muhabbet ediyoruz. Bizden sınav için bir belge istediklerini söylüyor biri. Ösym'nin sitesinden alınacak bir belge. Şu an ne belgesi olduğunu hatırlamıyorum. Ama sınav yönergesinde sınav sabahı getirilecek belgeler kısmında böyle bir bilgi olduğunu da hatırlamıyorum. Ben ve bu belgeden bihaber 5-6 kişi, öğrenci işlerine doğru düşüyoruz yola. Orada bir tansiyonlar yükselir gibi oluyor. Çünkü oradakiler de durumdan bihaber görünüyor. Sonunda bilgisayardan tek tek girip alıyoruz belgelerimizi ve başlıyoruz sınava. Mehmet Şiray geliyor içeri. Kendisinden Sanat Felsefesi, Estetik gibi dersler almıştım. Selamlaşıyoruz. Tanıdık bir yüz görmek sahiden harika. 

     Sorular çok güzel görünüyor. Gözüme ilk çarpan soru-sanki yanlış yazarsam çarpılacakmış gibi hissediyorum ☺. Ama umarım doğru hatırlıyorumdur- "Bir insan belirli bir zamanda acı çekip çekmediğini nasıl bilebilir?" gibi bir soru. Acı kelimesinin başlı başına kendisini ve duygusal etkisini fenomenolojik olarak değerlendirdim. Epistemolojik bir düzlemde değil ontolojik bir düzlemde hermeneutik analitiğini yapmaya çabaladım. Dolayısıyla bütün bu çok şey biliyormuşum gibi görünen terminolojik sağanaktan sonra Heidegger'e değinmeden edemedim☺. Sanırım beş soru vardı. Bizlerden iki tanesini seçip yanıtlamamız bekleniyordu. İkinci sorum ise Platon ile ilgiliydi. Yakın zamanda Ahmet Arslan'ın Platon kitabını bitirdiğimden kendimi en açık ve net bu soruyla ifade edebileceğimi düşündüm. Yani umarım öyle olmuştur☺. Sınavın sonuna kadar kaldım. Zaman nasıl geçmiş anlamadım. Kör okuma yapılıyordu: Yani ismimizi yazdıktan sonra kağıdın bir köşesini katlayıp öyle teslim ediyoruz. O kısımda ismimiz dışında yazılı herhangi bir bilgi bulunmadığından okuyucu kim olduğumuzu bilmeden sınav kağıdımızı okuyup değerlendiriyor. Sonra isme bakılıyor. Bu çok güzel değil mi? Yargıları olan varlıklarız sonuçta. Yargılarımız bilgilerimiz. Peki bir kişi hakkında bilgilerimiz yeterince sağlam değilse ve yargılarımız o kişiyi değerlendirirken eylemlerimize etki ediyorsa-ki büyük bir ölçüde ediyor- o zaman sağlam bir çıkarım yapmak nasıl mümkün olacak?  Yargılarımızı yer yer gözden geçirerek belki. Bakın bu konuda Ahmet Arslan'nın Aristoteles kitabından-Bilgi Felsefesi veya Mantığı, sayfa:52-53- bir alıntı paylaşmak istiyorum:


Mantığın Kanıtlanamaz İlkeleri

Doğru düşünmenin, düzgün akıl yürütme ve çıkarsama yapmanın temelinde bulunan ilkeler nelerdir? Aristoteles bu ilkelerin bugün bizim de kabul ettiğimiz gibi "özdeşlik", "çelişmezlik" ve üçüncü halin imkansızlığı" ilkelerinden ibaret olduğunu düşünür. Öte yandan bu ilkelerin "kanıtlanamayacağını" kabul eder: Ona göre her türlü akıl yürütmenin veya kanıtlamanın (demonstration) ilkeleri olan bu "ortak ilkeler"i kanıtlamaya çalışmak, imkansız ve gereksizdir. A'nın A olduğunu, A-olmayan olmadığını, bir şeyin ya A olduğunu veya A-olmayan olduğunu, üçüncü bir şıkkın mümkün olmadığını kanıtlamaya çalışmak olsa olsa bir kültür eksikliğini ifade eder (Metafizik 1006 a 5-10) 

 

Çıkışta yine Şiray'ı görüyorum. Ayaküstü muhabbet ediyoruz. Kendisiyle daha çok konuşmak istesem de sınav zamanı hocalarla uzun uzun konuşmayı etik bulmuyorum. Ya da öyle görünmek istemiyorum. Ardından Umut'la karşılaşıyorum. Birlikte bankların oraya geçip sorular hakkında konuşuyoruz. O da "acı" ile ilgili olan soruyu yapmış. Descartes özelinde konuyu ele almış. Telefonum çalıyor. Gülibik gelmiş beni arıyor. Diplomasını almamış okuldan. Bir de pedagojik formasyon sertifikasını. Bunları alıp elinde bulundurmasının onu alana dair bir şeyler yapmak konusunda tetikleyeceğini düşündüğümü, söyledim. O da kararlı bugün belgelerini okuldan alacak. Epey uzunluklu beklemelerdeyiz. Belgeleri bulmamızı sağlayacak kişiler henüz odalarında değiller. Biz de onlar gelene kadar okulda gezinmeye başlıyoruz. Tam şurada fotoğraf çekiliyoruz. O esnada Kaan Hoca ile karşılaşıyoruz. "Bu çirkin şeyin önünde mi fotoğraf çekiliyorsun?" ☺☺ diyor:


O çirkin şeyin arkamda olduğuna işaret ediyorum. Vay canına ne kadar zaman geçmiş. Hem dün gibi Heidegger çalıştığım günler hem de bir asır gibi. Çok özlemişim Kaan Hocayı ve etrafına laboratuvara bırakılmış muzip bir çocuk gibi bakan enerjisini. Hangi soruları seçtiğimi soruyor. Ardından "sen yapmışsındır." diyip asansöre yöneliyor. "Bakalım, göreceğiz." diyorum ☺

     Gülibik'in belgesi için bizi bölüme yönlendiriyorlar. Bölümde kimse yok. Kaan Hoca'nın odasının ışığı açık. Bir yanım girip sohbet etmek istiyor onunla. Ama yarın mülakat var. İçimdeki ahlak bekçisi yarını bekle, diyor. Peki bekleyelim. Yer yarıldı da Gülibik'in sertifika ve diplomasını oraya koydular sanki! Yok! Ne bir muhattap ne bir kimse. Görevli ablayı görüyoruz. Sağ olsun arıyor birilerini. Bölümden görevli biri de bizi muhattabımıza yönlendiriyor. Muhattabımız da uzun konuşmaların sonunda anahtarı olmadığı için sertifikayı bugün veremeyeceğini söylüyor. Açlıktan ölmek üzereyim. Çıkıp İstiklal'e geliyoruz. Antakya Dürüm Evi'inde bir güzel karnımızı doyuruyoruz. Dönüş yolunda Şilan'la konuşuyorum. O gün onun da doktora sınavı vardı. Nasıl geçtiğini konuşuyoruz. Bana haberi o veriyor. Yazılı mülakatı geçmişim. Şimdi sırada sözlü mülakat var ❤



Mart ayında paylaşım yapamadım. Dolayısıyla bu ay ikinci bir yazı daha paylaşıyorum-bağlantısı burada-. 

Temmuz 2021'e kadar süzgecimde kalanları paylaştım. 

Yakın zamanda yeniden görüşmek dileğiyle. 

Hoş geldin Nisan ❤


Kaynakça 

*Film: The Shawshank Redemption(Esaretin Bedeli), Roman: Stephen King, Yönetmen: Frank Darabont, 1994.

*Konservatuara Girmek, Olmaz Öyle Saçma Oyunculuk, Celal Kadri Kınoğlu, Flu Tv: bağlantısı burada

*İlkçağ Felsefe Tarihi 2, Sofistlerden Platon'a, Prof. Dr. Ahmet Arslan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

*İlkçağ Felsefe Tarihi 3, Aristoteles, Prof. Dr. Ahmet Arslan,  İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.


Ek: Bu ayın yazısının ritmine uygun olduğunu düşündüğüm parça listesini ekliyorum: bağlantısı burada



Tahta Kalem


Telif Hakkı©2021-2022 Tahta Kalem. Tüm Hakları Saklıdır. Bu yazıyı tümü olmak şartıyla, değiştirilmeden, bedava olarak, ve bu telif hakkı uyarısı ve internet bağlantısı (https://tahtakalem01.blogspot.com/) ile birlikte kopyalamaya ve dağıtmaya izin verilmiştir.

Copyright © 2021-2022 by Tahta Kalem. All Rights Reserved. Permission is given to copy and distribute this material, provided the content is copied in its entirety and unaltered, is distributed freely, and this copyright notice and links are included. https://tahtakalem01.blogspot.com/


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İnsanların Ağaçlar Gibi Kökleri Olmadığından Ordan Oraya Savrulup Dururlar

            Apartmandan çıkar çıkmaz kapıda Cihangir Meydan'ın köpekleri karşılıyor beni. İnsan sürekli bir yerden bir yere gidince ve k...